SANATIN EVİHaber Girişi : 06 Aralık 2024 04:24

Yazar Nursen Demir'in Evi

Yazar Nursen Demir'in Evi
Sanatın Evi köşemizde yazar Nursen Demir, evini, çalışma masasını, kitaplarını ve yazma serüvenini anlatıyor.

Eşyaları sevmiyorum, evin ruhunu ağırlaştırıyor

 

Her insanın kendini huzurlu, mutlu, özgür hissettiği ortamlar vardır. Benim için bu yer; evimdir.

 

Evlerin kendine özgü kokuları vardır. Benim evimin de. Bir iki gün bile olsa, ayrılınca özlerim o kokuyu; kapıyı açınca da içime çekerim. Benim evim sabun kokar; her yere sabun bırakırım: dolapların içine, kitaplığımın raflarına, her yere.

 

Bana çocukluğumu hatırlatır sabunlar: Deterjanların henüz bilinmediği, daha doğrusu evlere girmeye başlamadığı zamanları... Dünyanın, değerlerin, sokakların, insanların kirlenmediği o yılları... Gözlerimi kapatır, o güzel yılları içime çeker, huzura kavuşurum.
Evimdeki sabunlar; marketlerde, kozmetik dükkânlarında satılan süslü, moda sabunlar değil. Şehirlerin hâlâ eski kokan, huzur kokan kapalıçarşılarından aldığım defne, lavanta, kekik kokan sabunlardır bunlar. Bir de limon kolonyası vardır evimde; elinizi uzatıp da alabileceğiniz her köşede.

 

Bu da yine çocukluğumdan gelen bir alışkanlıktır. Büyükannemin beni eczaneye gönderirken, "Sıkı tut, düşürürsen kırılır. Eczacı amcana söyle, seksen derece limon kolonyası olsun," diye sıkı sıkı tembihlediği o güzel yılları hatırlatan kolonyalar. Eczacı amcanın elime tutuşturduğu kabartma desenli cam şişeden elime sızan ıslaklığın, mis gibi huzur veren kokusu var ya, işte o kokuyu elimin uzanacağı her köşede bulmak mutlu eder, beni alır geçmişe, o güzel günlere götürür.

 

Eşya sevmiyorum. Evlerin bir ruhu olduğuna inanıyorum ve eşyaların da bu ruhu ağırlaştırdığına. Çok az eşyam var. Birçoğu da, bana bu dünyadan çoktan göçüp giden büyüklerimden kalan, benim için çok değerli eşyalardır. Yaşanmışlıkların izlerini taşıyan, ellerinin izlerini hissettiğim eşyalar. Onlar her an görebileceğim bir yerde dururlar. Baktıkça, dokundukça, onlara dokunmuş, onlarla konuşmuş gibi hissederim.

 

 

En çok zaman geçirdiğim yer, kitaplığımın önündeki masadır. Bilgisayarım o masanın üzerindedir. Bütün kitaplarımı orada yazdım, derslerime orada çalıştım, sınavlarıma o masada hazırlandım. Çoğu zaman sabahladığım oldu. Kendimi çok yorgun hissettiğim zamanlarım da oldu ama sonuç hep güzel oldu.
Kitaplarımı yazarken ev ve şehir değiştirdim. Eşyaların yeri değişti, ama o köşe hiç değişmedi. Kitaplığım ve masam hep bir arada oldu.

 

Bence okumadan geçirilen gün, ömrün boşa geçmiş günüdür. Kitaplarımla olan dostluğum bambaşkadır. Yıllarca kitaplığımın bir köşesinde unuttuğum kitaba rastlamak, eski bir dostuma rastlamış gibi sevindirir beni. Hani yıllar sonra görüşünce kaldığınız yerden devam ettiğiniz dostlar var ya; işte öyle olur. Kaldığım yerden devam ederim.

 

Yazarken gözlerimin beni uyardığı zamanlar da olur. Dinlendirmek için başımı kaldırdığımda, dünya klasiklerinin olduğu rafta gözüm Sefiller'e takılır, Victor Hugo'yu düşünürüm. Yoksulluğu ve çaresizliği yaşamadan bu kadar güzel bir eseri nasıl oluşturdu, diye düşünürüm? Sonra gözüm Martin Eden'e takılır, Jack London'ı düşünürüm; bu kadar muhteşem bir romanı nasıl yazdığını? Derken, Gazap Üzümleri'ne takılır gözüm; o insanlarla yaşamadıkça bu kadar kusursuz bir roman oluşamazdı, diye düşünürüm.

 

Sonra Türk edebiyatının klasiklerinin olduğu raflara göz gezdiririm. Sait Faik'i düşünürüm; insan onu okurken nasıl da sıradan insanların, balıkların, kuşların, denizin yanı başında oluyor? Nâzım Hikmet'i düşünürüm sonra; hapishane duvarlarını görmeseydi, vatan hasreti çekmeseydi, o insanı alıp götüren şiirleri yazabilir miydi? Sonra Orhan Veli'yi; yaşamı, denizi, insanları sevmese ve yaşamasaydı onlarla birlikte, bu kadar güzel, özgürlük kokan şiirleri yazabilir miydi? Bir yandan gözlerim dinlenirken bunları düşünürüm işte. Evet, yaşamak, hissetmek, dinlemek, gözlemlemek, bakmak gerekiyordu yazmak için. Ve yeniden yazmaya döner, kaldığım yerden daha istekli, daha heyecanlı devam ederim.

 

Evimde geçirdiğim zamanlarda yanı başımda hep hafif bir müzik olur. Gelincik Çeşmesi, Önce kuşlar Gitti, Eski Bir Gramofon ve "Karadutun Yaprağı" kitaplarımı yazarken hep müzik vardı. Ennio Morricone, Joaguin Rodrigo, Farid Farjad ve Enya; bazen de şarkılarıyla bana eserlerimdeki kahramanları hatırlatan Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Zeki Müren ve Münir Nurettin Selçuk'u dinlerim. Yani kitaplar ve müzik, çocukluğumdan itibaren en yakınımda, vazgeçilmezlerim olmuştur.

 

Yazarken masanın bir köşesinde bana eşlik eden iki arkadaşım daha var: çay ve sade Türk kahvesi. Gece geç vakitse sütlü kahve içerim.

 

Kitaplarımın tümünü evde yalnız olduğum zamanlarda yazdım. Yazarken benim için zaman kavramı yok olur, bu saatlerce sürer. Bir zaman tüneline girmiş gibi olurum; yazdığım zamanlara giderim. O anları, eserlerimdeki kahramanların acılarını, hüzünlerini, sevinçlerini onlarla birlikte yaşarım. Bazen ağır bir iş yapmış da yorulmuş gibi olurum.

 

 

"Karadutun Yaprağı"nı yazmak yaklaşık bir yılımı aldı. En çok bu kitabımda yaşadım o yorgunluğu. Konu çok ağırdı. Sadece başkahraman Mebrure'nin yaşadıkları değil, bitmiş tükenmiş bir İmparatorluk'tan yeni bir Cumhuriyet'in doğuşuna kadar olan süreç, nasıl bu topraklar için zor ve yıpratıcıydıysa benim için de öyle oldu. Büyükannem ve çevresinin, bütün Anadolu'nun o dönemlerindeki çaresizliğini, umutsuzluğunu onlarla birlikte yaşadım. Sonuç güzeldi. Bütün bunlar, benden sonra da kalıcı olsun istedim. Çünkü her şeyi, o günleri yaşayan Mebrure'den, yani birinci ağızdan dinledim ve olduğu gibi aktardım. Bütün bunlar çok değerliydi. O zor ve karanlık günleri bizzat yaşayan bir Osmanlı hanımefendisi ve mücadeleci bir Cumhuriyet kadınından, bir kahramandan dinlemek, bunu aktarmak benim için çok gurur vericiydi. Yoruldum ama çok mutluyum.

 

Yıllarca, nerdeyse her gün dinlediğim, seferberlik, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyet, Mustafa Kemal efsanesi ve tabii doğduğum toprakların acıları belleğimde birikmişti, bunları aktarmasam olmazdı; bu benim için bir sorumluluktu.

 

Yazmadığım zamanlarda evimle ilgilenirim. Mutfakta geçirdiğim zamanlarım benim için eğlencelidir. Doğduğum toprakların, Elazığ-Maden'in yöresel yemeklerini yaparım. Güzel yaptığım söylenir; artık bilemiyorum, öyle diyorlar.

 

Evimin dışında zaman geçirdiğim yerler ise müzeler ve sergilerdir. Müzeler de bana zaman kavramını unutturan yerlerdir; kitaplarımı yazarken olduğu gibi. Bir müzenin kapısından içeriye girdiğim anda zaman kavramı silinir; sergilenen eserlerin zamanına giderim. Çok mutlu olduğum yerlerdir.

 

Ortaokul ve liseyi yatılı okudum ben. Yatılı okuyanlar bilir: Genellikle şehirlerden uzak yerlerde olur yatılı okullar. Zordur buralarda okumak, erken hayat dersi alırsınız. Şartlar ağırdır; sabah daha gün doğmadan başlayan etütler, sıkı ve mutlaka uyulması gereken kurallar insanı çok zorlar. Ailenizden uzaksınızdır; çok özlersiniz onları; evinizi, yemekleri, evinizin kendine özgü sıcaklığını. Zordur işte yatılı okumak.

 

Okuduğum okul Köy Enstitüleri'nden sonra açılan öğretmen okullarındandı. Ben lise birinci sınıftayken öğretmen lisesi oldu. Az da olsa Köy Enstitüleri geleneğinin devam ettirildiği, öğretmenlerin donanımlı, eğitimin kaliteli olduğu bir okuldu. Örneğin, müzik derslerini, müzik salonunda, öğretmenimizin çaldığı piyanoya biz öğrenciler mandolinlerimizle eşlik ederek işlerdik. Kusursuz çalmamız gerekiyordu, hataya yer yoktu. Resim dersleri, her türlü resim araçlarının olduğu resim atölyesinde yapılırdı. Ayrıca, her öğrenci mezun olana kadar da en az üç ağaç yetiştirirdi. Müzik, resim ve tarım dersleri en önemli derslerdi. Her şey bir düzen ve disiplin içinde yürütülürdü.

 

Şartlar henüz ilkokulu bitirmiş, on bir yaşındaki bir çocuk için çok ağırdır ama sonuç çok güzel olur. Köy Enstitüleri'nden, öğretmen okullarından alınan eğitimin sonucunda mezun olunca, kendi ayakları üzerinde duran, ne istediğini bilen, bir hedefi olan; sanatı, sanatçıyı öğrenmiş, saygı duyan, sanatsever; idealleri olan, kendinden emin, toplumsal olaylara duyarlı, çevre bilincini almış, doğaya sahip çıkan, insanın ve bütün canlıların yaşam hakkını savunan, evrensel düşünen, mücadeleci, her türlü şartlara dayanıklı, yılmayan, hep çalışan, ileriye bakan bir insan olursunuz.

 

Çocukluğumda evimize hep günlük gazete gelirdi. Çevrede okuyan insanların olması çocuklar için rol modeldir. Benim için de öyle oldu, okumaya böyle başladım. Yatılı okulda okumak için hem zaman, hem de kitap boldur. Derslerimden artakalan zamanlarımı okulumun zengin kütüphanesinde geçirirdim. Türk ve dünya klasiklerinin hepsi vardı orada; ferah ve sessiz bir yerdi. Orada kitap okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum. Kütüphane nöbetçisinin uyarısıyla bırakır, sonraki gün kaldığım yerden devam ederdim. Okulun en sevdiğim yeri kütüphanesi ve bahçesiydi.

 

Bir süre sonra da bulduğum her boş sayfaya yazmaya başladım. Ama yazdıklarım oralarda kalıyor, sonra da kayboluyordu. Bu böyle yıllarca devam etti. Ta ki 2014 yılına kadar. Doğum günümde sevgili eşimin, elinde bir küçük kutuyla gelip, "Bu bilgisayar senin, artık yazma zamanın geldi. Bir yerlere yazıyorsun ama sonra onlar, unutuluyor ve kayboluyor. Yazdıkların, anlattıkların çok değerli şeyler. Bunları mutlaka yazmalısın ve kalıcı yapmalısın," sözleriyle yazmaya başladım.

 

Meğer ne değerli, ne çok şey biriktirmişim.
2014 yılından beri yazmaya devam ediyorum. Yazmak güzeldir, okumak da. İnsanı şifalandırır. Yirmi birinci yüzyılın ağır şartlarına uymakta, değişen değerlere, dünyaya uyum sağlamakta çok zorlanıyorum; daha doğrusu uyum sağlayamıyorum.

 

Kendim olarak kalabilmek ve kaybolmamak için yazmaya ve okumaya devam edeceğim. Tabii ömrüm yettikçe...

 

 

 

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.