Yaşayanlar

 

Bir okul döneminin ortasında, Boğaz'da deniz gören bir apartmanın orta katına taşınmıştık müstakil evimizden ayrılıp. Annemin-babamın aslında ailesinden ayrılma döneminin çoktan geldiğini hissettiği dönemler... Ben de açıkçası mutlu olmuştum. Apartmanda yaşıtım olmasa da çocuklar; çok güzel deniz gören odalar ve geniş, beyaz mermer kaplı merdivenler vardı.

 

Alt kat komşumuz Arnavut Sadiye Teyze ve ilk tüpbebeklerden birini doğurduktan sonra peşi sıra normal yolla iki çocuğu daha olan Feza... Gümrük müşaviri Malatyalı Mesut diye bir kocası vardı; tam da rahmetli Müslüm Gürses'in benzeri; genci ve şişmanı... Gece tavandan "lap lap" sesler gelir, sonra kapı zili çalar, çiğ köfteler gelir; hem de etlisinden. İstanbul kültürünün içinde hiç bilmediğimiz bir komşu kültürü, üzerine limon sıkıp marul yaprağıyla bütünleşince her türlü kabul gördü evimizde.

 

 

Arnavutlar titiz insanlardır, Malatyalı Mesut'un "lap lap" tavana yapıştırdığı çiğ köfteler gece çamaşır suyuyla tavandan silinir, bu sefer de saat 02.00 sularına kadar gidip gelen fırça sapındaki bezin evin içinde çınlayan sesini duyardık. Sadiye Teyze el açması domates ve lahana böreği yapar, bunları kahvaltıda içine süt dökerek yerdi.

 

Üst kat komşumuz ise apartmanın Karadenizli ev sahibi Behiye Hanım'dı. Tam bir Laz kadınıydı. Uzun dönem İngilizce konuştuğunu düşünmüştüm; çok sıkıntılı konuşuyordu. Gülmekten yerlere kapanır, annemden azarı işitirdim. Behiye Hanım'ın başı kapalıydı. Sokağa çıkmadığı süre boyunca geleneksel bir yemeni bağlar, kızıl saçları yemeniden çıkar, çiğnediği pembe sakızı çay içerken kafasına yapıştırırdı. Arada bir modu gelir, gece yarısı üç kızıyla temizlik yapardı. Altın dişleri belli ki variyet belirtisiydi. Kollarında 'Trabzon' denilen, teneke görünümlü burgu bilezikler vardı. Ailemizde hiç kapalı insan ve altın takan yoktu. Benim için keşfedilesi bir dönem başlıyordu.

 

 

Bir sabah kalkıp –okula gidecektim tabii– kapı zincirini açtığımda o güzelim aynalı mermer merdivenli apartman, kırmızı köy dokuması halıyla kaplanmış, her dairenin önüne karışık kadın-erkek terlikleri konmuştu. Sadiye Teyze, çıplak ayakla bizim kata gelip ne olduğunu sordu, Behiye Hanım apartman görevlisine para ödememek için son akşam temizliğinde apartman merdivenlerini silmiş ve evindeki halıları örtüp 'artık ayakkabılarla dışarı basılmasını' yasaklamıştı. Monarşiyle ilk o dönem tanıştım. Babam-annem bu olaya kahkahayla gülmekten tepki koyamadı. Evimizde genelde yabancı konuklarımızı da ağırladığımız için ayakkabıyla eve girilebilirdi herkesten farklı. O dönemde bu yasak bizi bir hafta medeniyetler örgüsünün her haline ortak edecekti. Allah'tan Behiye Hanım kendi pes etti, örttüğü halıların boyası ayaklarda iz yapıyormuş. Değişik bir deneyimdi. Aynı kaptan elle pilav yemek gibi sanırım.

 

Neyse ki evimiz o kadar büyük ve huzurluydu ki Rumelihisarı'na bakar, gemileri sayar, tekneleri seyretmekten Behiye Hanım'ın saçmalıklarına üzülecek fırsat kalmazdı. O gün bir şey anlamıştım; kocasından ilgi görmeyen biçare kadınlar bu sıkıntısını, başkalarını esiri seçerek, onlara ceza vererek öç alıyorlardı. Bu kadar basitti.

 

 

Evimizin önünde iki katlı güzel bir köşk vardı ve o zamanlar keşfedilmemiş ilk Japon bahçesinin mimarı Baydar Amca... Harika bir bahçesi, fıskiyeleri, nilüfer havuzu, minik meyve ağaçlarıyla denize dalmadan önceki ilk göz kamaştırıcı renklerin huzuru bu evdeydi. Baydar Amca eski bir deniz subayı, karısı ise üniversitede kütüphane memuruydu.

 

Evde briyantinli saçlarla gezen Baydar Amca rengârenk askılar takardı pantolonlarına, eşi Suzan Hanım ise hep düz bir topuz yapar, inci küpeyle tamamlanan dar döpiyesler giyerdi. Onları görüp Behiye Teyze'yle evi paylaşmak, Sadiye Teyze'nin yapboz tavanlarındaki yemek salçalarını temizlediğini görmek, apartmandaki arkadaşlıklarından daha renkliydi.

 

Bu arada bir şeyi daha anlamıştım; çocukluğunu yaşlılarla geçiren, yaşıtlarının çocukluğuna anlam veremiyor. Biz Pink Floyd dinlerken, üst katta kemençe ile horon tepenler, alt katta ise Arif Şentürk türkülerinin ezbere söylendiği coşkulu yemekler devam ederdi.

 

Mutluyduk; herkes ayrı telden çalsa dahi çok mutluyduk. Bu mutluluğun en büyük kaynağı saygı ve sevginin ortak paylaşıldığı minik beraberliklerin oluşmasına çaba harcanmasıydı. Saygı, azınlık-çoğunluk meselesi değildi, beraber mutlu olunabilecek değerlerin varlığını hatırlamaktı.

 

 

Yine böyle yağmurlu bir günde Behiye Teyze'nin mutfak camından yağmuru seyrettiğini gördüm. Ağlıyordu; gözyaşlarını hissediyordum. Elinde mendille dolmuş sinüslerini boşaltıyordu hıçkırarak.

Her gece yalnız geçiriyordu akşamlarını, kocası sürekli geç geliyordu.

Behiye de kadındı. O akşam ilk defa değişik bir parça duydum mutfak camından, caz sesi vardı arabik müzikle karışan. Behiye Teyze TRT-2 ile hüzünleniyordu.

 

O gece ortak bir nokta buldum: Herkes yaşayandı; gördüğünü içine taşırken hüznünü dışarı vuran.

 

 

 

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.