‘La Perdesin –DE Öleyim’ kitabıyla şiirseverlerin beğenisini toplayan Saynur Altay’la gündelik yaşamında ve sanatsal alanda şu sıralar neler yaptığını konuştuk.
Edebiyat Postası: La Perdesin -DE Öleyim adlı şiir kitabının yayımlanmasının üzerinden epey bir zaman geçti. O günden bugüne nelerle ilgilendin? Kimleri okudun, neler yazdın, hangi filmleri izledin, hangi etkinliklere katıldın, günlerin nasıl geçti ve şu sıralar nasıl geçiyor?
Saynur Altay: Kitabım iki yıl önce yayımlandı ve bu süre içinde birçok fuara, imza gününe katıldım ve bu zaten benim kitapla ilgili en büyük beklentimdi. Ki çocukluğumdan bu yana hatırı sayılır hayallerimden biri okuyucuyla bir araya gelmekti. Tabii şairliğe paralel olarak yakın bir zamana kadar mevcut işimde çalışmaktaydım.
Kendime ayırabildiğim zamanlarda Filibeli Ahmet Hilmi, Zülfü Livaneli, Sait Faik Abasıyanık ve tabii benim olmazsa olmazım İkinci Yeni şairlerinin eserlerini okudum. Yaşadığım ilçede bulunan bir kitap okuma topluluğuna dahil oldum, birlikte güzel sohbetler eşliğinde kitaplardan konuştuk. Fakat yazma konusunda önceki kadar üretici olamadım maalesef. Odaklanmada zorluklar yaşadım.
Öte yandan bolca Nuri Bilge Ceylan filmleri izledim. Geçtiğimiz günlerde yerel bir tiyatro topluluğuyla tanıştım ve şu an keyifli bir oyun için provalara katılıyorum.
E.P.: Kitabının çıkmasıyla birlikte şiirseverlerden ne gibi tepkiler aldın? Olumlu veya olumsuz geri dönüşler var mı?
S.A.: Sanırım ben kitabı yeni çıkmış yazarların içinde en şanslı olanlardanım, çünkü henüz ilk fuarımda onlarca eş dost beni stantta ziyarete geldi ve çoğundan olumlu geri dönüşler aldım. Aynı zamanda sosyal medya üzerinden tanıştığım çok sayıda şair ve yazar dostum da beni bu konuda fazlasıyla yüreklendirdiler, sağ olsunlar.
E.P.: Kitabının girişinde oğlun Mehmet'e şöyle sesleniyorsun: "İsterdim ki acıyı hiç tatma, canın zerre yanmasın ama burası dünya ve bu pek mümkün değil gibi. Öyleyse söyleyebileceğim şey, yaralarının üzerinde çiçekler büyütebilmenin mümkün olduğudur. Sana kederle dolup hüznünü akıtınca birer yıldıza dönüşen bir çift çiçek bırakıyorum. Onlara çok iyi bak."
Dünyayı gerçekten böyle mi yorumluyorsun? Ve bu kitabı bir çeşit vasiyetname gibi mi görüyorsun? Bir evlada bırakabilecek en acılı vasiyetname bu olsa gerek.
S.A.: Aldous Huxley'nin meşhur bir sözü var, biliyorsunuz: "Belki de bu dünya, başka bir gezegenin cehennemidir."
Tabii ki bunlar bakış açısıyla ilgili ama evet, dünyayı zor, mücadele gerektiren ve içinde illaki derin acılar barındıran bir yer olarak görüyorum. Belki de dünya, içindeki gizlediği güzelliği açığa çıkartmanın yolunu bu şekilde bulmuştur, bilemiyorum.
Oğluma elle tutulur, gözle görülür bir şey bırakmak istedim ve bu da, beni özlediğinde sayfalarında dalıp gidebileceği bir kitap olabilirdi pekâlâ.
E.P.: Şiirlerinde kimi zaman eğlenceli ve oyunsu bir söyleyiş kullanırken, kimi zaman da sis perdesi oluşturarak gizemli bir atmosfer yaratıyorsun? Ama bütün şiirlerinin temelinde, bir nevi dip ses diyebileceğimiz bir melankoli hâkim. Öncelikle bunu bize açıklayabilir misin? Şiir, dil, mistisizm, oyun ve melankoli arasında nasıl denge kuruyorsun?
S.A.: Melankoli benim kendimi tanımaya başladığım anda keşfettiğim ilk duygulardan biridir. Neşe ve eğlence hayatın gerçek tarafıyla tanıştıktan sonra daha çok belirginleşti benim için. Daha sonrası bir tür Polyannacılık oyunu gibi. Bu arada çocukluğumun kitabıdır Pollyanna... Bütün bu unsurlar arasında bir denge kurabiliyor muyum, pek emin değilim, ama sanırım onlar gerektiğinde beni bir şekilde gelip buluyorlar galiba.
E.P.: Sanırım tam da bu noktada, şiirlerinin yapısını ve senin şiir serüvenini daha iyi anlayabilmek için nasıl bir ailede büyüdüğünü, şiire nasıl başladığını, kimlerden etkilendiğini ve kimleri okuduğunu öğrenmemiz gerekiyor.
S.A.: Babam romantik bir adam, annemse güçlü bir kadındır. Tartışmalarına da şahit oldum, sevgi dolu anlarına da. Belki de tam da olması gerektiği gibi. Sanırım şiir yönümü, annemi lise yıllarında şiirlerle etkilemiş babamdan almışım.
Ben uzunca bir süre Didem Madak’ın etkisinde kaldım; şiirleri kadar, âdeta büyük bir trajediyi andıran yaşamı da beni derinden sarsmıştı. Lise yıllarımda Ahmed Arif ve Cahit Zarifoğlu okudum; ama ardından yaşamım İkinci Yeni şairleriyle tanışınca renklendi diyebilirim. Turgut Uyar'ın bir bozuk saate benzettiği yüreğinin hep Tomris Uyar'da durması, Cemal Süreya'nın şiirlerindeki saydamlık, Edip Cansever'in Tomris'e bitmeyen tek gerçek aşkın dostluk olduğunu yaşatarak göstermesi, İlhan Berk'in, Ece Ayhan’ın duygu dolu, sarsıcı dizeleri... hepsi bende müthiş bir yazma isteği oluşturdu. Fakat benim imza günlerine ilgi duymamı sağlayan kişi, popüler bir günümüz yeraltı şairidir.
E.P.: Son olarak; La Perdesin -DE Öleyim'den bu yana yeni şiirler yazıp yazmadığını, önümüzdeki günlerde okuyuculara yeni bir kitap müjdesi verip vermeyeceğini merak ediyoruz.
S.A.: Ben hiçbir şiirimi "oturup bugün şiir yazayım" diye planlayarak yazmadım; acıkmak, susamak gibi döküldü kelimeler zihnimden. Bu ara böyle bir durum yaşamıyorum ama ilk kitabımda yer almayan epey bir şiirim var, yoğun bir duygu haliyle düzenlemek istediğim için de bir süredir kenarda bekletiyorum. Bence şiire dair hiçbir çalışma asla planlanarak, programlanarak oluşmamalı; nasıl olsa zamanı geldiğinde o, önüne geçilemez, karşı konulamaz bir güçle gelip kendi yerini bulur. Tıpkı Birhan Keskin'in dediği gibi, "kendi çukurunu bulacak bir deniz gibi".