TEFRİKAHaber Girişi : 24 Ocak 2025 19:14

Yamalı pantolon

Yamalı pantolon
Nursen Demir'in kısa öykülerini yayınlamaya devam ediyoruz. Demir'in 2015 yılında yayımladığı 'Gelincik Çeşmesi' adlı kitabından bu kez "Yamalı Pantolon" adlı öykü karşınızda... Keyifli okumalar...

Nesrin'in babası, ilçemizdeki diğer çocukların babası gibi fabrikada çalışıyordu. Fabrikada çalışan herkesin ailesinin maddi durumu iyiydi: Hemen herkes lojmanda otururdu; fabrikanın, çalışanlarına sunduğu olanaklar çok fazlaydı.
Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk'ün kurduğu ilk tesislerden biri olan fabrikada her gün bir ekmek kuponunun yanı sıra, yazlık ve kışlık kıyafetler verilir; sinema ve sosyal tesislerden ücretsiz yararlanılırdı. Ayrıca fabrikaya ait kantinde her şey, çok uygun fiyata satılırdı.

 

Nesrin'in babası, arabalara çok düşkündü. 1960'lı yıllarda otomobil sayısı çok azdı; ilçemizde hepitopu iki otobüs, bir küçük kamyon, birkaç tane de otomobil vardı.

 

Nesrin'in babası kararını vermişti: Fabrikadan ayrılacak ve bir otomobil alacaktı. Bu otomobille de yolcu taşıyacak, zengin olacaktı. Eşinin ve aile büyüklerinin karşı çıkmasına rağmen işinden ayrıldı. Fabrikanın müdürü işten ayrılmadan önce onu son kez uyarmış, "Bir ay sonra lojman hakkını kazanıyorsun, lojmana taşınabilirsin. İşten ayrılma! Eğer geri dönersen tekrar alamayız; çünkü yerine bir başkasını almış olacağız. İşe girmek için sırada bekleyen çok insan var. Senelerce çalıştın, iyi bir usta oldun, bunca yıllık emeğin boşa gitmesin!" demişti.

 

Ama Zeki Amca kararını vermişti bir kere. Nihayet işten ayrılıp hayalini kurduğu otomobili aldı. İlk başlarda işler iyi gidiyordu; iki yıl sonra bir de minibüs aldı. Komşu illere, ilçelere ve köylere yolcu taşıyordu.

 

Bir süre sonra ilçede otomobil ve minibüs sayısı artınca, yavaş yavaş işleri bozulmaya başladı. Derken bir de otomobiliyle kaza yapmasın mı; işler iyice sarpa sardı. Otomobili çok hasarlıydı ve tamir parası çok tutmuştu; mecburen satışa çıkardı. Elinde sadece minibüsü kalmıştı. Günde bir kez yolcu taşıyor, ama hiç taşımadığı günler de oluyordu.

 

Artık ne çocuklarının okul masrafını karşılayabiliyor, ne de onlara kıyafet alabiliyordu. Çoğu gün eve ekmek bile götüremiyordu. Minibüs eski olduğu için masrafları da çok fazlaydı. İşler bozulmuş ve yoksulluk başlamıştı.

 

Nesrinler beş kardeşti. Aralarında fazla yaş farkı olmadığı için küçülen kıyafetleri kendilerinden yaşça küçük olanlar giyerdi. Üzerlerindeki kıyafetler çok eskimiş, solmuştu. En kötüsü de kış gelmişti; eve odun-kömür alınamadığı gibi, kışlık erzak da alınamamıştı. Mutfak tamtakırdı. Babaları günlerce eve uğramıyor, nereye gittiğini kimse bilmiyordu. İlçede olduğu zamanlarda da gününü kahvede geçiriyordu.

 

Evde yiyecek hiçbir şey olmadığı için bakkala, kasaba, manava borçlanmış, veresiye alacak yüzleri de kalmamıştı. Çocuklar bütün günlerini üzerine salça veya biraz reçel sürülmüş bir ya da iki dilim ekmekle geçiriyor, bazen de aç yatıyorlardı.

 

Nesrin’in önlüğünde ve pantolonunda ilk kez yama görmüştüm. Benim baktığımı fark edince utanmış, başını önüne eğmişti. Zavallı arkadaşım, benim o yamaya gözüm iliştiğinde küçük kalbimde duyduğum acıyı; onun üzülmesine benim kahrolduğumu bilemezdi. Ayakkabıları da su alıyordu.

 

İlçemizde kış çok çetin geçerdi; öyle çok kar yağardı ki bazen evlerimizin pencerelerinden çıkmak zorunda kalırdık dışarıya. O kış da çok zorluydu, çok kar yağmıştı. Hava buz gibiydi. Biz çocuklar yine de oyunlardan, sokaktan vazgeçmiyorduk. Kartopu oynuyor, kardan adam yapıyor ve yokuştan aşağıya kayıyorduk. Üşüyünce de evlere, sobaların başına koşuyorduk.

 

Nesrin'in annesi de diğer anneler gibi sonbaharda soğuklar başlayınca sobayı kurmuştu, ama o soba hiç yanmadı. Nesrin ve kardeşleri sokakta üşüyünce eve koşuyorlardı. Bir keresinde ben de gitmiştim onlara; evleri sokaktan daha soğuktu. Annesi ince bir yorgan çıkardı, dizlerimizin üstünü örttü. Sonra da ekmek sepetinin içinden bir ekmeği çıkarıp dilimledi, üzerine salça sürüp verdi. Acıkmıştık, iştahla yedik; biraz ısınınca da tekrar sokağa çıktık.

 

O gün okul çıkışı sözleştik, ödevlerimizi bitirip, sokağa çıkıp oynayacaktık. Evleri bize çok yakındı. Bir sokak yukarıdaydı. Yemeğimi yedim, ödevlerimi bitirdim; oyun için sabırsızlanıyordum. Koşarak, bizim sokaktan üst sokağa çıktım. Nesrin, oyun oynadığımız ağaçların altındaki düzlük alandaydı. Yere oturmuş, ellerini dizlerinin üzerine, kafasını da ellerinin üzerine koymuştu. Yanına gidince kafasını kaldırdı: Gözleri yaşla doluydu.

– Ne oldu, neden ağlıyorsun? dedim.

Birden, gök gürültüsünden sonra başlayan sağanak gibi gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ağlaması uzun sürdü. Aslında ağladığı şey bir tane değildi. Nesrin’in çocuk kalbi dolmuş, bir havuzun suları gibi boşalıyordu.

Benimle oynamaya gelirken öteki sokakta oynayan çocuklardan birisi onun pantolonundaki yamayı görmüş, diğerlerine göstermiş, çocuklar da alay edip hep birlikte gülmüşler. Anlatırken yeniden ağlamaya başladı.

Oyun oynamadık. Ben de yanına oturdum, benim de içimden ağlamak geliyordu. Kendimi tuttum. Hava soğuktu, kış günlerinde akşam çabuk olur; biraz oturup evlerimize gittik.

 

Okul yolundaki 'küçük dükkân' dediğimiz dükkân o kadar küçüktü ki iki-üç kişi girince sıkışıp kalıyorduk. Dükkân küçüktü ama dükkânın sahibi olan amca daha da küçüktü. Kasanın arkasından sadece kafası görünüyordu. Kasanın üzerine dizdiği kavanozların içinde taneyle satılan bisküvi, gofret, rengârenk akide şekerleri ve kırık leblebi vardı. Kâğıt, kalem ve silgi gibi şeyler de satılırdı.

 

Nesrin okula hiç para getirmiyordu. Dükkândan da hiçbir şey almıyordu. Rengi soluk, hep üzgün ve ağlayacak gibi duruyordu. Ben küçük bakkaldan ne alırsam cebime dolduruyordum, cebimden çıkarıp yerken bir avuç da Nesrin’in cebine koyuyordum, yüzüme bakıyor, gözlerinin içi gülüyordu. Ne güzel bir duyguydu bu! Paylaşmak... paylaşmanın güzelliği.

 

Kış bitmiş, ilkbahar gelmişti. İlçemizdeki bütün ağaçlar çiçek açmıştı, kuşlar cıvıl cıvıldı; sokaklar da. Çocuklar sokaklarda koşuyor, oynuyor, bağırıyor, eğleniyorlardı.
Yaz başında yaz meyveleri bakkal ve manavların önlerindeki kasalarda görünmeye başlamıştı.

 

Nesrin'in bir gün sokakta, evine meyve götüren birisinin düşürdüğü maltaeriğini çekinerek yerden aldığını ve cebine koyduğunu gördüm. Koşarak eve gitti. Erik salkım halindeydi; sanırım kardeşleriyle paylaşmıştı. İçimde bir yerlerin sızladığını hissettim; ağlayamadım, boğazım düğümlendi.

 

O yılın sonbaharında Nesrin'in babası kaza yapmış, ölümden dönmüştü. Arabası kullanılamaz durumdaydı. Annem, komşu teyzelerle birlikte 'geçmiş olsun' ziyaretine giderken ben de peşlerine takıldım. Nesrin boynunu bükmüş, endişeli bakışlarla konuşulanları dinliyordu. Beni görünce gülümsedi.

 

Annemle komşu teyzeler konuşurken aralarında geçen şu sözler, kanayan bir yara açmıştı içimde; Nesrinlerin yakın komşusu Fatma Teyze, eğilip annemin duyabileceği şekilde:

– Bunlar nasıl çocuklar? Bu yaşıma geldim, ben böyle bir şey görmedim. Aç yattılar, kimse bilmedi; bir gün birisinin eline bakmadılar; ne onurlu çocuklar! dedi.

 

Nesrin'e baktım. Kafasını anneannesinin dizine koymuş, çoktan uyumuştu.

 

Nursen Demir

 

 

 

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.