Tefrika köşemizde, Levent Yetkin'in 2016 yılında yayımladığı, kısa öykülerinden oluşan 'Beyoğlu - İstiklal Öyküleri' kitabından bölümler paylaşmaya başlıyoruz. İlk öykü, "Yalnızlıktan Kaçış"... Keyifli okumalar...
BEYOĞLU – İSTİKLAL ÖYKÜLERİ
1-) YALNIZLIKTAN KAÇIŞ
Ünlü bir düşünürün, "Bir derin kuyuya benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine; ama bu taş dibe inecek olursa, söyleyin bana, kim çıkarabilir? Yalnızı incitmekten sakının ama incitecek olursanız, eh, artık öldürün de,” diyerek kaleme aldığı bu sırlı cümlesi ne zaman aklıma gelse beni endişelendirir, hatta oldukça korkutur, her defasında farklı anlamlar yüklememe sebep olurdu. Beni endişelendiren bu karmakarışık düşünceler, kendimi evden bir an önce dışarı atabilmem için yeterdi de artardı bile.
Yalnızlıktan içine kapanmış haldeyken, kendimi anlamsızca ve üstelik de acımazca sorgulayarak bunaldığım o anlarda, sokaklarda yürüyüş yapan insanlar gibi rahatça dolaşabilmeyi, kalabalık insan topluluğu psikolojisine uyarak artık kendimi sorgulamaktan vazgeçmek isterdim. İlk başta anlamlı, düşündükçe de gitgide anlamsız hale bürünen ve içinden hiçbir şekilde çıkamadığım düşüncelerimden sıyrılıp oyalanmak için aklıma sayısız fikir gelirdi. Bununla birlikte her bir seçeneği çarçabuk elerdim. Sonuç olarak, tüm seçenekleri eleyip ne yapmam gerektiği hakkında artık olasılık kalmadığını düşündüğüm o anda, son seçenek olarak nedense kendimi hep Taksim'de bulurdum.
Kadıköy Meydanı'ndan beni Taksim'e çok kısa sürede ulaştırabileceğine inandığım sarı minibüslerin üzerine asla araç tanımazdım. Taksi, otobüs, vapur ya da motor fark etmez; hemen hiçbiri bence minibüsler kadar hızlı olamazdı.
Kadıköy'deki sarı minibüslerin son durağında, araçlarını doldurmaya çalışan minibüs şoförlerinin "haydi bir an önce minibüse doluşun da gidelim" der gibi kendilerinin artık harekete hazır olduğunu bizlere anlatabilmek için araçlarına verdiği ara gazının sesini duyduğumda aniden hızlanır, ben de bir koltuk kapmaya çalışırdım.
Minibüse binmek için benimle birlikte hareket eden insanları gördüğümde adımlarımı hızlandırır, hızlandığımı fark eden rakiplerimle birlikte kısa mesafe koşucusu gibi koşturmaya başladığımda onlardan daha atik davranarak önlerine geçmeye çalışırdım. Kısacası herkesten önce minibüse binebilmek için her türlü hileye başvururdum.
Bu amansız rekabetin sonucunda rakiplerimle mecburen yol arkadaşı olduğumuzda ise rakip olduğumuzu unutup ulaşacağımız yeri hayal ederek yan yana otururduk. Rakip oluşumuzu unutamadığımız, kıskançlık krizlerine girdiğimiz anlarımızda ise onu rahatsız edip cezalandırabilmek için toplu taşıma araçlarındaki bütün kuralları çiğnemek için her türlü rahatsızlık verici davranışı da peş peşe sergilerdik: Yüksek sesle telefonla konuşmak ya da bangır bangır müzik dinlemek; eğer telefonumuzda radyo dinliyorsak onun ilgisini çekmeyeceğini düşündüğümüz bir müzik kanalı bularak, zorlayarak da olsa o kanalı dinletmeye çalışmak; telefonunu kurcalarken onun ne yaptığını izlemek, gelen veya gönderilen mesajları okumaya çalışarak onu tedirgin etmek; bir arka koltukta oturuyorsa şoföre iletmemiz için bize sesli olarak uzattığı parayı görmeyerek veya duymayarak iletmeme cezası, ayak ayak üstüne atarak bu yarışı aslında ben kazandım edasıyla içimizin çok rahat olduğunu ve onu hiç kıskanmadığımızı hissettirmek; eğer koşuda onu yenmişsem galibiyetin keyfini çıkardığımı göstererek onu huzursuz etmek bunlardan bazılarıdır.
Minibüs durağında uzun bir yolcu kuyruğunun olması halinde ise önümdeki yolcu sayısını dikkatlice sayar, kaçıncı minibüse bineceğimi hesaplamaya çalışırdım.
Minibüse binebilen son yolcu kendine son koltukta da olsa yer bulabildiği için sevinir, bir sonraki kişi ise daha ne kadar bekleyeceğini bilememenin endişesine kapılır, ancak ilk gelecek minibüste en konforlu ve en rahat koltuğu seçme şansını bulan ilk kişi olmanın ayrıcalığını da yaşamaya çalışırdı.
İstanbul haricinde, trafik kurallarının bu kadar ihlal edildiği bir şehir hatırlıyor musunuz? Ehliyet sınavını kazanabilmek amacıyla aylarca "ya kazanamaz da herkese rezil olursam" düşüncesiyle stres altında ezberlemeye çalıştığım değişmez trafik kurallarının, minibüs şoförleri tarafından oluruna giderek ustaca delinmesine ilk tanık olduğumda, içimden onlara kızmış ve oldukça da yadırgamıştım.
Ancak şoförlerin bizleri sırf gittiğimiz yere çarçabuk ulaştırabilmek için kuralları ihlal ettiklerine ikna olmam, duyduğum kızgınlığın zamanla son bulmasına ve onlara karşı sempati dahi duymama neden olmuştu.
Bir bakıma bir an önce ulaşmak istediğimiz yere varabilmek için kuralları ihlal etmelerini, gerçek şu ki –yazarken utanıyorum ama– görmezden gelmeye başlamıştım. Biraz kaba saba, küfürbaz, aynı zamanda lafebesi olan şoförler, cep telefonu ile uzun uzadıya konuşuyordu ve trafiği tehlikeye atıyorlardı. Kaza yapmadıkları sürece, artık benim için sorun değildi.
Şoförle atışmanın rakibin lehine sonuçlandığına hiçbir zaman tanık olmadım. Trafikte ilerlerken şoförün homurdanarak camı açıp diğer şoförlere trafiği hızlandırması için verdiği talimatlar, sanki kitaplardan alınmış gibiydi. Öylesine altından kalkılamaz bir cümle kurarlardı ki, ön sol camı açıp diğer sürücülere bağırarak talimat ve önerilerini arka arkaya sıraladıklarında karşı tarafa cevap hakkı tanımadan ani bir gazla oradan hızla uzaklaşmaları da ayrı bir ustalık gerektirirdi. Altından kalkılamaz kelimelerle emir kiplerinden oluşan bu talimat sonrası, cevap hakkı doğan diğer araç şoförlerinin hızla yanımıza yanaşmaya çalışmalarını, laf yetiştirmek için sarf ettikleri o müthiş çabayı da her zaman takdir etmişimdir. Bu çabalarının ise başarıyla sonuçlandığına nedense hiç tanık olamadım. Peşimizden gelen, uzun korna sesine şoförün dikiz aynasından gördüğüm ateş saçan gözleri ve sağ eliyle direksiyona sıkıca yapışıp sol elinin tüm parmaklarını kasıp açarak camdan dışarı çıkarıp "ne var ulan!" anlamına gelen tehdit mesajları gönderdiğini hatırlarım. Restleşmeler hep böyle sürer giderdi. Bu yüzden kendi aracımla İstanbul trafiğinde ilerlerken minibüs şoförlerine gösterdiğim müsamahayı hiçbir araç sahibine asla tanımadım. Yol verdiğim minibüs şoförlerinin benim bu jestime karşılık saygıyla selam vermelerini ise unutamam. Bana hitaben çalınan kısa kornaların teşekkür anlamına geldiğini de kolaylıkla anlardım.
(1. Bölümün sonu)
Levent Yetkin