Haber Girişi : 12 Ağustos 2018 18:24

Yalnızlık sapması

Yalnızlık sapması
“Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar

Türkçe şiirin günümüzün en büyük temsilcilerinden biri sayılan –ve o gün için hayatta olmayan– bir şairin eşini aramıştım telefonla bir vakitler. Kendisini, Salâh Birsel’in 1. ölüm yıldönümüne ilişkin gerçekleştireceğimiz bir etkinliğe konuşmacı olarak davet edecektim. Ama o bana, üç gün önce ölen kedisini anlatmaya başladı, "Kendimi çok kötü hissediyorum," dedi, "üç gündür evin içinde dört dönüyorum."

Bu durum, başka bir şairin "yalnızlık paylaşılmaz/ paylaşılsa yalnızlık olmaz" deyişine pek benzemiyordu. Belli ki, Aydınlanmacı düşün-sanat insanlarının tercih ettiği türden bir yalnızlık değildi onunkisi. Ne Meursault’nun yalnızlığına, ne Franny ve Zooey’nin yalnızlığına, ne de Zebercet’in yalnızlığına benziyordu onun yalnızlığı.

Bu olaydan yedi sene sonra, yaşayan şairlerimiz arasında –bugün bile– en iyilerden biri olarak kabul edilen bir başka şairin evinde söyleşi yaparken, tıpkı o da diğer kadın gibi, 'bir yıl önce kedisini kaybettiğini' söylemişti bana, o kadar üzülmüştü ki, "Bir daha eve kedi almayacağım," demişti.

Bu muydu yalnızlık denilen şey? Kişinin bile-isteye 'çarmıhını sırtında taşır gibi taşıdığı' bir şey değil de, bir çeşit yazgı hali miydi? Topluma ve dünyaya yabancılaşan kent insanının, kendisini -benliğini de içerecek şekilde- türdeşlerinden yalıtarak, kimsesizliğini 'dilsiz varlıklar'a yöneltme isteği miydi? Belki bir ölçüde böyleydi. Ama Franny gibi 'kendi sesini bile duymaya tahammül edemediği' için bir yandan insanlarla arasındaki mesafeyi açarken, öte yandan 'tedavi'yi yine onlarda arayarak kapatmaya çalışanların da gerçekte bize o kişinin ne denli şaşmaz bir biçimde kelimeler dünyasına doğru kronik bir geçiş yaptığına işaret ediyordu bu durum. Kelimelerle ağlayıp kelimelerle gülenlerin, kelimelerle üzülüp kelimelerle sevinenlerin ruhani ortaklığı da bir ömür boyu kaçınılmaz olarak 'ikizi'ni aramakla geçiyor, birbirlerini bile kelimeler üzerinden tanımaya ve anlamaya çalışıyorlardı.

Konuşmakla susmak arasındaki denge bir türlü kurulamıyor, aynı eğilimlerin bıkkınlık verici arzulanan aynılığı zamanla mutlak bir kayıtsızlığa dönüşüyor, herkes bir diğerini biçimlendirmeye çalışıyor, aslında kimse kimseyi beğenmediği içindir ki karşısındakinin zekâsından sürekli olarak şüphe duyuluyor ve sonra herkes yine kendi makûs talihiyle baş başa kalıyordu. Aynı kitaplar okunup aynı filmler izlense de, aynı türküler söylenip aynı mekânlar gezilse de, tıpkı bireyler gibi toplum da kategorik olarak algılandığından, sadece evren, ölüm, yaşam gibi temel kavramlar değil, çocukluk, yaşlılık, yalnızlık, mutsuzluk gibi insanlık halleri de kelimeler üzerinden okunuyordu. Saplantılı bir şekilde kendisini her fırsatta talihsiz addeden modern bireyin dikenli teller ile çevresine çektiği mutsuzluk halesi, ilk anda onu diğer insanlardan ayrıcalıklı kılıyormuş gibi gözükse de, yalnızlığını önleyemiyordu.

Yusuf Atılgan’ın, 'gerçek sanatçının yalnız bırakıldığı için uğraşan değil, uğraştığı için yalnız kalan olduğu' önermesini 'sanat/sanatçı' düzleminden çıkarıp tersine çevirdiğimizde de aynı tabloyla karşılaşıyorduk. Çünkü yalnızlık, kişinin tercih ettiği bir şey değil, maruz bırakıldığı bir şeydi. Bilinçli bir seçimin ürünü sayılabilecek toplum ve insanlararası ilişkilere yönelik bütün davranışsal öğelerse, kültürel mirasın en küçük birimi olan kelimelerle kurulan saçma sapan bağlaşıklardı.

Kara Kitap'ın girişine konulan epigrafı hatırlıyor musunuz? Ne diyordu orada: "Epigraf kullanmayın, çünkü yazının içindeki esrârı öldürür." İronik olmaktan çok, okuyucuyu bambaşka bir kurmaca düzleme çağıran Pamuk, Kara Kitap'ta kendine özgü esrarlı bir atmosfer oluşturarak, epigrafta vurguyu 'esrar'a değil, 'kurmaca'ya yapıyordu.

Metinle gerçeklik arasına mesafe koyamayan okuyucular gibi, yalnızlığıyla varoluşu arasına mesafe koyamayanlar da yalnızlığa mahkûm edilmiş bireylerden ziyade, belki de küçük birer tanrıcığa dönüşmüş, kişisel serüvenlerine tapınan ve her an için yalnızlıkla ilgili cümlelere dönüşecek olan basit birer kelimeden ibarettir.

Werther, Meursault, Franny ya da Zebercet mi?
Belki onlar da sadece kelimedir.
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.