KİTAP Haber Girişi : 12 Mart 2024 23:14

Trajik bir aşk öyküsü: 'Yakup'un Dağı'

Trajik bir aşk öyküsü: 'Yakup'un Dağı'
Mehmet Ferah'ın geçtiğimiz aylarda yayımlanan, trajik bir aşk öyküsünün anlatıldığı 'Yakup'un Dağı' adlı novellasından kısa bir bölüm paylaşıyoruz. Öyküyü seven ve kitabı edinmek isteyen okurlarımız için, bölümün sonuna kitabın ilanını koyduk.

Yakup'un Dağı'na kar inmeye başlayınca bütün köylüyü bir telaş alır. Bu, kışın çok yakın olduğu ve odun tedarikine başlamak için geç kalındığı anlamına gelir. Yöre halkı için sadece kışın habercisi değildir Yakup’un Dağı; yılın ilk karı zirvedeki iki tepenin üzerini kapladığında, seneler önce yaşanan hüzünlü bir hikâyenin resmi de yavaş yavaş belirmeye başlar zihinlerde. O resimde, kavuşamayan sevdalıların dağın başındaki tepecikler üzerinde birbirine uzattıkları bembeyaz eller ve kocaman bir çalı gibi uzanıp o elleri ayıran daha büyük, kapkara bir tepe görülmektedir.

 

Köyde çok az insanın, hatta köyün yaşlılarından sadece bir kısmının hikâye hakkında bilgisi vardır. Zira anlatmak istemedikleri, önyargılarından dolayı hâlâ benimseyemedikleri, unutturmak istedikleri bir vicdan azabı gizlidir Yakup'un Dağı'nda. Bütün köyü lanetlediğine inanılan, geçmişte işledikleri büyük bir günahın vicdan azabıdır bu.

 

Köyün en yaşlılarından Yamak Avni Dede'nin bir gün boş bulunup ağzından kaçırdığı ve ısrarlarıma dayanamayıp, "Nihayetinde küçük bir çocuktur, nasıl olsa zamanla unutur," diyerek bana anlattığı bu hikâyeyi dilimin döndüğü, gücümün yettiğince aktarmak istiyorum sizlere...

 

***

Hasan, kestiği odunları güzelce istifledi, ince tutuşturmalık çalıları da bir kenara ayırdı. Yorulmuş ve hayli terlemiş bir vaziyette, kenardaki kütüğün üzerine oturup yanındaki testiye uzandı. Önce elini yüzünü ıslattı, sonra da ağzını testiye dayayıp Yakup’un Dağı’ndan gelen buz gibi suyu içti kana kana. Tam o esnada dışarıdan Karabaş'ın havlama sesleri duyuldu.

"Hasaan... Hasaan... Orda mısın?"

Hakkı Amca’nın sesini duyduğunda keyfi kaçmıştı. Çünkü ihtiyar adam bir konuşmaya başladı mı susmak bilmez, anlattıkları da ipe sapa gelmezdi.

"Buradayım Hakkı Amca, odunluktayım," diye seslendi isteksizce.

İhtiyar, odunluğa doğru yürürken Karabaş paçalarından birini yakalamış, çekiştirmeye başlamıştı bile.

"Hoşt ulan, hoşt mendebur, düşüreceksin beni," diyerek nefes nefese kalmış bir halde paçasını kurtarmaya çalışıyordu.

Hasan, "Karabaş yeter oğlum, kaybol!" diye bağırınca kulaklarını dikti, ona doğru baktı ve arkasını dönüp evin diğer tarafına uzaklaştı.

"De bakalım Hakkı Amca ne diyeceksen; buraya kadar boşuna gelmemişsindir muhakkak."

"Oğul benim derdim biter mi? Yakup'un başı karlandı, ama daha odun edemedim. Uşağım yok ki senin gibi, bir başınayım koca köyde."

Hasan, Hakkı Amca'nın ne söyleyeceğini gayet iyi biliyordu, her güzün sonunda aynı şekilde başlardı sözlerine; onun daha fazla konuşarak lafı dallandırıp budaklandırmaması için, "Yarın sabah hallederiz, merak etme," dedi hemen, "Şimdi git, ben nacağı bileyeyim de hazır olsun."

 

Hiçbir iş düşünemeyecek kadar yorulmuştu. Akşam olmak üzereydi, bir an önce serenderden mısır unu çıkartıp anasına götürmeliydi. Kurt gibi acıkmıştı.

Serender dört uzun ahşap ayak üzerine oturtulmuş, penceresiz bir ambardı. Her bir ayağın üst kısımlarında farelerin kapalı bölüme ulaşamamaları için düz tarafları aşağıya doğru bakan yarım daire şeklinde tahta parçaları vardı. Bir adam boyu yükseklikte kenarda asılı duran merdiveni, ince bir halkayla çiviye takılmış zincirinden kurtardı, çekerek aşağıya indirdi, bir hayli dar olan basamaklarına dikkatlice basıp yukarıya çıktı, ambarın içine girdi. Tavandan, birbirine bağlı olarak sarkıtılmış mısır koçanlarının önündeki torbalardan birinin bağını çözdü, duvardaki geniş raftan küçük bakır bir tepsi aldı, içine mısır unu doldurdu ve torbanın ağzını yine sımsıkı bağlayarak dışarı çıktı.

 

Yemekten sonra odasına geçtiğinde bir süre pencereden görünen dolunayı ve onun altındaki Yakup'un Dağı'nı seyretti. Onun heybetli görünümü özellikle aysız gecelerde ürkütürdü onu, ama yine de hoşuna giderdi seyretmek.

 

Bu akşam evde kalıp erkenden yatmak istiyordu. Çok yorgun olmasa, her akşam yaptığı gibi mahalleye gidip Osman ve Fahri'yle buluşur, geç saatlere kadar sohbet ederlerdi. Yazları, özellikle mısır tarlalarının başındaki iskenafların birinde sabahlarlar, tarlalara dadanıp bütün mahsulü hiç eden domuz sürülerine karşı nöbet tutarlardı.

Fazla zaman geçirmeden üstünü çıkardı, yatağa uzandı. Yorgundu; bu yüzden uykuya dalması uzun sürmemişti:

 

Yakup'un Dağı'na uçarak çıkıyordu, sırtında teyzesinin ortanca kızı Necla vardı ve düşmemek için sımsıkı sarılmıştı. Tam dağın tepesine inecekleri sırada kapkara, dev gibi bir kartal sırtındaki Necla'yı yakaladı. Genç kız kollarını Hasan'ın boynuna sımsıkı dolamıştı, fakat kartal çok güçlüydü, bir türlü bırakmıyordu onu.

Necla'nın kollarında derman kalmamıştı, tam bırakmak üzereydi ki kartal ondan önce vazgeçti. Bu sefer de Hasan dengesini kaybetti ve hızla düşmeye başladılar.

Yere iyice yaklaştılar... yaklaştılar...

 

Kan ter içinde uyandı, korkulu gözlerle, "Hayır olsun," diye mırıldandı.

Nacağını alıp söz verdiği gibi erkenden Hakkı Amcalara gitmişti. Teyzesinin mahallesindeydi evi, hatta kapı komşusu sayılırlardı. İki evin arasında sadece bir çeşme ve küçük bir düzlük vardı. İhtiyar adamın gelmesini beklerken kenardaki taşın üstüne oturdu, nacağı da sırtını dayadığı çitin tahtasına astı. Gökyüzüne baktı, yağmur bulutları geliyordu, ihtiyar adamın geç kalışına sinirlenmeye başlamıştı. Birden Necla'yı gördü: Çeşmenin yalağında ineklere su içiriyordu. Yanakları al aldı, kahverengi gözlerinin kaçamak bakışları içini ısıtırdı Hasan'ın. Çemberinin dışına taşan buklelerinin kalem gibi kaşlarının üzerine dökülmesi ona bambaşka bir güzellik katıyordu.

"Kız Necla, ne var ne yok?" diye seslendi genç kıza.

Onun cevabı ise kısacık ve netti: "Hiiç."

"Teyzem evde mi?"

"Hee."

 

Hasan konuşmak için ne kadar çabalasa da her seferinde kısacık cevaplar verirdi Necla. Onu yalnız görebildiği ender zamanlardan biriydi. Bir müddet daha kızın al al olmuş yanaklarına, kahverengi güzel gözlerine bakarak iç geçirdi.

Biraz daha yaklaşmak istedi, doğruldu yerinden, tam ona doğru yürüyecekti ki duyduğu sesle irkildi:

"Geldim oğul, çok bekledin mi?"

Hakkı Amca bir elinde fındık ağacından yapıp baston niyetine kullandığı sopası, diğer elinde küçük bir kopriyle arkasında duruyordu.

Hasan yönünü dereye giden yola doğru çevirdi, son bir kez daha Necla'ya baktıktan sonra ağır adımlarla yürüyerek, "Beklerim gelmezsin, en olmadık zamanda gelirsin," diyerek mırıldandı kendi kendine; sonra sesini yükseltti: "Hava iyice bozmadan bir an önce gidelim de işimizi halledelim."

 

Mahallenin aşağısındaki yamaçtan yaklaşık on beş dakika daha yürüyünce yaz aylarında balık tuttukları, arkadaşlarıyla bol bol serinleyip eğlendikleri derenin kenarına geldiler. Suyun karşısına geçmek için, sadece taşların üzerine oturtulmuş tahtalardan oluşan dar köprücüğün yanında durdular.

Hasan paçalarını yukarıya doğru iyice sıvadı, çoraplarını çıkararak eline aldı. Kara lastiğini tekrar ayağına giydikten sonra, "Haydi Hakkı Amca, çık bakalım tahtanın üzerine," deyip elini uzattı.

İhtiyar adamı karşıya geçirdiği anda aklı başına geldi; nacağını diğer tarafta unutmuştu. Mecbur geri dönecekti.

İhtiyar, "Hasan, bir nacağa sahip çıkamıyorsun," diyerek takıldı ona.

 

Yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüyüşün ardından İçkaba denilen yere ulaşmışlardı nihayet. Ulaşmış olmaları veya odunun kesilmesi mesele değildi de odunların bir de Hakkı Amca’nın evine taşınması vardı. Gerçi imece yaptıklarında bütün köylü bir olur ve bir günde taşınırdı ama, bu yıl kış çok erken gelmiş, herkes kendi derdine düşmüştü. Hakkı Amca’nın ormanlık arazisi köyün odun tedariki için gidilen en engebeli ve en uzak yeriydi. Üstelik bir de yokuş tırmanmaları gerekecekti.

 

Ormana varır varmaz işe koyuldu Hasan; önce kesilecek kuru ağaçları tespit etti, sonra da art arda nacağını sallamaya başladı.

Dur durak bilmeden üst üste indiriyordu darbeleri; sanki insanüstü bir güç taşıyor, alnından sicim gibi terler akarken bana mısın demiyordu. Büyük bir gürgen ağacını tam devirmişti ki, yukarıdaki yoldan gelenlerin olduğunu gördü; şimdi biraz soluklanabilirdi.

 

Naciye hala ve torunları, sırtlarındaki ot yükleriyle yanlarından geçerken bir nebze olsun dinlenmek, daha çok da Hakkı Amca'dan son havadisleri almak için yüklerini yol kenarındaki yükseltiye yasladılar.

 

Malum olduğu üzere Hakkı Amca'nın ağzında bakla ıslanmaz, ağzına geleni söyler, olur olmadık her şeyi anlatırdı. Gençlik yıllarında Naciye halaya sevdalanan Hakkı Amca'nın boşboğazlığı yüzünden bütün köy ahalisinin bundan haberdar olması üzerine, Naciye halanın bu duruma çok kızarak kendisini ilk isteyenle evlendiği de rivayet edilirdi.

 

Naciye hala, Hakkı Amca'ya seslenerek, "Hakkı, bayağı ihtiyarladın be, gözün de görmüyor artık. Eskiden olsa ben geçerken melul melul bakardın peşimden," dedi naz yaparcasına.

"Kız Naciye, nerene bakayım; kocakarıya döndün, gözlerinin feri bile sönmüş," diye karşılık verdi ona gülerek.

İki eski sevdalı konuşurlarken, Naciye halanın güzeller güzeli torunu Fatma ise biraz ilerideki kalın gürgen ağacının dallarını ayırmaya çalışan Hasan'ı süzmekteydi. Ona olan gizli sevdasını zaman zaman belli etmeye çalışsa da her seferinde delikanlı kendisini görmezden geliyordu.

Naciye hala, "Haydi size kolay gelsin; Hasan, anana selam söyle," diye seslendi giderlerken.

Hasan, "Başüstüne hala," dedi, nacağını sallamaya başladı yeniden.

"Hasan, sen ha bu Fatma'yı alsana; bak ne kadar güzel ve hamarat bir kız," diye takıldı Hakkı Amca ona, belli ki genç kızın Hasan'a nasıl baktığını fark etmişti.

"Kısmet," dedi delikanlı sadece fısıltıyla. (...)

 

(Bu hüzünlü aşk öyküsünü kaçırmayın!.. Kitabı aşağıdaki tanıtım görseline tıklayarak temin edebilirsiniz.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.