Yazar Melih Esen Cengiz ile son çıkan kitabı Tiraje üzerine konuştuk.
Cengiz Oylum: Yeni kitabınız Tiraje'de, 1920'li yıllarda Karadağ'daki savaştan kaçıp Türkiye'ye sığınan kimsesiz ve engelli küçük bir kızın hikâyesini anlatıyorsunuz. Bu konuyu işlemeye nasıl karar verdiniz? Bize Tiraje karakterini anlatır mısınız?
Melih Esen Cengiz: Bu romanı düşünmeye başladığımdan beri hep kendime bu soruyu soruyorum ve çeşitli cevaplar dökülüyor düşüncelerimden. Galiba asıl neden, içinde yaşadığımız şu zamanda kendimizi çok bahtsız görmemizi kabul etmeyişim ve başka zamanlarda insanların nasıl zorluklarla iç içe yaşayıp hırslarından hiçbir şey kaybetmediklerini göstermek. Yani Samuel Beckett'in sözleriyle, dünyada gözyaşı miktarı sabittir, diğer kuşaklardan daha talihsiz değiliz. Tiraje bu kaygıyla hayat buldu. Engelli bir hayat, göç etmek zorunda kalmak ve bambaşka bir ülke.
Köklerimin bir kolu Karadağ'a dayanıyor. Dedem 1920’li yıllarda Karadağ'da kaybolmuş ve bir daha kimse onun hakkında bir şey duymamış. Balkanlar'daki Türkler ve Boşnaklar 1820'lerden beri büyük kıyımlara uğradı, milyonlarcası hayatını yitirdi. Çok büyük trajediler yaşandı. 19. yüzyılın başlarındaki Yunan başkaldırısından bu yana ülkemize büyük göçler oldu. Maalesef şu anda aynı sıkıntıları bir başka halk, Ukraynalılar yaşıyor. Bir kolumuz da Plevne ve Osmanpazar; Bulgaristan'dan göç etmiş. Onlar da büyük eziyet ve kayıplarla gelmiş 1. Balkan Harbi'nden sonra.
Muhacirlik kötü şey. Televizyonlarda canlı olarak izliyoruz. Muhacirlik, yaşarken yeniden doğmak gibidir. Her şeyi tekrar tanımak, öğrenmek, sevmek, inanmak... Bir hayata iki hayat sığdırmak gibi. Gerçi Tiraje bu deneyimi çok az hissedecek, küçük yaşta genç Cumhuriyet'te tekrar doğduğu için.
Muhacir atalarımın hatırası hep kalbimde ve hafızamdadır. Bu nedenle bu romanıma oralardan başladım. Romanın okurları, etnik bir nefrete, böbürlenmeye veya aşağılamaya yer vermediğime, dünya insanlarının kardeşliğinin bütün engellemelere rağmen nasıl tarihte çok köklü olduğuna tanık olacaklar. İnançta, dilde, kültür ve ahlakta kardeşlik. Kahramanlarım Türkçenin yanı sıra, Karadağca da türkü tutturuyorlar, Rumca da sevgi ve hayranlıklarını ifade ediyorlar. Her inanca saygı, doğal olarak yüreklerinde yer tutmuş. Eyüp Sultan Camisi'ni de, Panayia Kilisesi'ni de huşu içinde ziyaret ederken paganların Kıztaşı'nı da ihmal etmiyorlar.
Başta dediğim gibi, roman, engelli bir göçmen kızın, bir dünya insanı olarak yaşam savaşını irdeliyor.
DUVARLARI KAPIYA ÇEVİREN BİR İNAT: TİRAJE!
C.O.: Tiraje duyamıyor, konuşamıyor, ama çok güçlü bir kadın karakter. Bu kadın karakteri kurgularken ve onun öyküsünü çatarken nelerden esinlendiniz?
M.E.C.: Her zaman konuşamayan, duyamayan komşularımız, büyüklerimiz, dostlarımız oldu. Onların hayata tutunmalarının, engelsiz insanlardan daha sağlıklı ve coşkulu olduklarını izledim ve sonunda da güçlü karakterler olarak bu dünyadan geçtiklerini. Romanımda güçlü karakter seçmede bu tercihim öncelikli oldu, onu belirtmek isterim.
Daha önceki çalışmalarımda Marlene'in Yetimi'ndeki ana karakter olan Otto'nun annesi Ethel, Terk Edilmiş Manalar Cenneti'ndeki Emma, Paylaşılamayan Cinayet'teki Pertevniyal Sultan, Bir Kadın Bir Cinayet'teki Gisela güçlü kadın karakterler olarak işlendiler. Bu kitapta da ana kahraman Tiraje ve ona adını veren ablası Tiraje, güçlü, zeki insanlar. Tiraje aynı zamanda da korku nedir bilmeyen, engelli bir kadın. Kavgaya hazır her zaman. Kadınları güçlü karakterler olarak seçmemdeki kararım, çevremde –ailem ve yakın çevrem hariç, tam tersi– zayıf, ezilmiş kadın karakterlerle çok sık karşılaşmamdan dolayı. Toplumdaki bu eşitsizlik, zayıflık, kadın kırılganlığı, aile ve toplum barışının, huzurunun yıpranması, insanlığın her türlü üretiminde, iktisadi, düşünsel ve sanatsal üretiminde verimsizliğe yol açmakta. Ve de hatalarını tekrarlayıp insanlığa büyük acılar yaşatan toplumun erkeklerden oluşan liderlerine. Dünya eşit ve güçlü kadınlara kavuşmalı bir an önce; tek tük değil, bir bütün olarak. Erkeklerdeki zayıflık ve eziklik daha az. Tüm insani değerlerin eşitlenmesi gerekir. İnsanlık gelişecekse, kırık değil, güçlü karakterlerin dünyaya egemen olması gerek. Kırık karakterler olacaksa da, onları kucaklayarak gelişecek. Güçlü kadın karakterleri, işte bu zayıflığı kabullenmek istemediğim için seçtim.
Bu romanda aynı zamanda, muhteşem bir güzelliğe sahip bir kadını da işlemeye çalıştım. Güzelliği ve çevresinin tepkisini. Güzelliği onu güçlü kılarken, ona kırılgan anlar da yaşatacak. Çünkü güzelliği, onun zayıflığı da bir yandan.
Esin kaynaklarım çok; bir değil, birçok kadın. Yaşamdan, tarihten. Virginia Woolf, Sabiha Gökçen, Rosa Lüksemburg... Sabiha Gökçen, dolaylı olarak uzaktan akrabamdır. O kadar çok örnek var ki... Güçlü karakterlerin saklı da olsa kırılgan yanlarının olduğu da bir gerçek. Virginia Woolf örneğinde olduğu gibi. Herhalde insanlık güçlü karaktere sahipse, onu güçlü kılan da kırılgan yanını hiç unutmaması, hor görmemesi ve ona yaslanıp güçlenmesi, yükselmesidir.
İKİ GÜÇLÜ KADIN...
C.O.: Küçük Tiraje'nin hayatını, tabiri caizse kaderini, isim annesi olan Tiraje değiştiriyor aslında. Bu ikili arasındaki bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?
M.E.C.: Büyük Tiraje bir Osmanlı paşasının, Mustafa Reşit Paşa'nın kızı. Tek çocuk. Üstüne titreyerek büyütmüşler. Güçlü bir karaktere sahip olsa bile, o dönem kadınlarının aşırı duygusal yanlarını da üzerinde taşıyor. Genç yaşta dul kaldığı için bir evlat özlemi içinde Karadağlı küçük kıza çok bağlanıyor. Hele engelli olmasını güçlü bir karaktere sahip olduğu için asla kabul etmiyor ve ona çok iyi bir eğitim vermeye çalışıyor ve başarıyor. Küçük kız çok güzel okuyor, yazıyor. Büyüyünce de onun nasıl güzel bir kadın olduğuna biraz kıskaçlıkla tanık oluyor. Bir dul kadının açmazlarını yaşıyor her zaman. Ölen sevgilisinin özlemi ile yanıp tutuşurken, bir erkeğin yokluğu yavaş yavaş onu hayattan koparıyor. Belki de yetiştirdiği dilsiz-sağır kızın güzelliğiyle erkekleri peşinden koşturacağını ve onu sihirli aşk gecelerinin beklediğini hissediyor; saklamaya çalıştığı bir kıskançlığın da etkisiyle son günlerine doğru daha da çaresiz kalıyor. Yine de genç kızı belki engelli olduğu için, belki evlat gibi sahiplendiği için, belki de yaşamındaki biricik öğrencisi olduğu için çok seviyor.
Küçük Tiraje ise ne kadar çok ablasının gözetiminde kendini eğitse de hayat onun için siyah beyaz karakterlerden oluşuyor. Bunda kendi sözleriyle, "Ayrıntıları duyamaması, konuşamaması, bilememesi ve tanıyamaması," da en belirleyici etmen. Bu nedenle ablasının onun kafasını aşk, sevgi sözlükleriyle doldurmasını hemen kabulleniyor, çünkü onlar beyaz sözcükler. İnsanları ya seveceksin, ya sevmeyeceksin. Ona hep iyi davranan, kendi anlayışına göre eğiten, hayata hazırlayan büyük Tiraje tek öğretmeni ve doğal olarak ona büyük bir tutkuyla bağlı. Öğretmeni, ablası, bir anlamda annesi gibi. Gerçek hayatta annesinin Karadağ'da sislerin arkasında kaldığının farkında. Tiraje'nin ablası onu sahiplenen Boşnak kadın Pakize'den daha yol gösterici, daha çelebi ve kültürlü. Büyük Tiraje'ye kılavuzu gibi bakıyor ve anılarında, duygularında birinci sırayı veriyor hep. Öyle ki sonunda ihanete uğradıktan sonra, yirmi küsur yıl önce ölmüş ablası Tiraje'yi tek aşkı olarak kabul ediyor, onun yolundan gidiyor. Çocuksu bir öğretmen, bir hami, bir anne tutkusu duyup beslediği. Tiraje'nin siyah beyaz görüşlerine tıpatıp uyan.
YAZAR KENDİNİ SAKLAYABİLMELİ...
C.O.: Bu romanınızda okurlara vermek istediğiniz, ya da şöyle ifade edeyim, paylaşmak istediğiniz bir düşünceniz, iletiniz oldu mu?
M.E.C.: Kurguyu çatarken ve kişilikleri oluştururken doğal olarak mesajlar serpilir ortaya ama benim bilinçli bir çabam olmuyor genellikle. Ünlü bir yazarın sözleriyle, bir yazar kendini asla okura hissettirmemelidir. Yine de şunları söyleyebilirim: Örneğin İstanbul'un artık kaybettiğimiz insan zenginliklerine vurgu var romanın her sayfasında. İnsanın engelleri, duvarları nasıl bir fırsata, kapıya çevirebileceğine inanç var. İnsan ruhunun sığlaşmasının insan varoluşuna en büyük haksızlık olacağına vurgu var, ruhların sığlığına isyan var. Geri planda da sevgili cumhuriyetimizin serpilip olgunlaşırken yaşadığı sıkıntılara gönderme var.
C.O.: Daha önce yazdığınız kitaplardan söz edebilir misiniz biraz?
M.E.C.: İlk romanım Bir Osmanlı Yazı, aslında bir gençlik romanı. 1914 yılında, harp içinde yaşamlarını sürdürüp futbol oynayan gençlerin dramı. Moda kelimelerle bir Fair Play romanı. Azeri arkadaşlarımızın sözleriyle 'Adaletli oyunlar'ın kitabı. Hoşgörünün, kardeşliğin, ırkçılık karşıtlığının romanı.
İkinci romanım Marlene'in Yetimi ise, biri Alman asıllı iki Amerikalının, Amerika, Almanya ve Türkiye'de 1985 yılında geçen hikâyesi. Marlene'nin Yetimi, ölümün peşinden koştuğu AIDS hastası Otto'nun, babasının izini bulma hikâyesi üzerinden tarihin kapılarını da aralıyor. Çok duygulu bir macera romanı.
Üçüncü kitabım Terk Edilmiş Manalar Cenneti, 1923 yılında geçen imkânsız bir aşkın hikâyesi. İstanbul, müttefik kuvvetler ordularının işgali altındayken. Bir anlamda meşhur Harington Kupası'nın hikâyesi.
Dördüncü romanım Kudüs'ün Güvercinleri de 1917 yılında geçer. Birinci Dünya Savaşı insanlık için büyük yıkımlar getirmeye devam ederken, Kudüs İngilizler tarafından kuşatılmışken, Türklerin Kudüs'teki son iki ayını anlatır. Kitabın kahramanları çocuklardır. Çok dinli ve çokuluslu bir kentin birbiriyle uyum içinde yaşayan halkları, sadece savaşın günlük hayatı çekilmez kılan zorluklarıyla değil, çocukları bile birbirine düşman yapan zalimliğiyle de yüzleşmelerini anlatır.
Beşinci kitabım, ilk polisiye romanım Paylaşılamayan Cinayet ise, 2008 yılında geçer. Hikâyesi şöyle: Topraklarında güneş batmayan imparatorluğun kraliçesi Türkiye'ye geliyor. Kraliçe en iyi şekilde ağırlanacak! İşte o telaş içinde, asırlar ötesinden bir koku yayılıyor dördüncü tepe Fatih'ten. Darüşşafaka'da bir iskelet bulunuyor. Bir kraliçe Türkiye'ye gelirken, tarihin vicdanı ile soğuk yüzünün hikâyesidir diyebilirim Paylaşılamayan Cinayet için.
Altıncı romanım Bir Kadın Bir Cinayet, meşhur Doğu Ekspresi'nin tarifeli son seferinde geçen bir cinayet vakasıdır. 1 Mayıs 1977'deki trajedinin yaşandığı ay. Öğrenci olayları ile sarsılan İstanbul ve son seferin yolcusu yaşlı Alman kadınının masumiyetini ispat için çırpınışları. Tarihe geri dönüşler ve şaşırtıcı bir bitiş.
C.O.: İki de oyun yazdığınızı biliyoruz.
M.E.C.: Son üç yılda iki oyun yazdım: Bardaki Dante ve Kuşetlide Altı Kişi. İlk oyunum Bardaki Dante biyolojik babasıyla tanışmak isteyen bir gencin hikâyesi. İkinci oyunum Kuşetlide Altı Kişi ise, Almanya'ya işçi göçü ile alakalı. Geçen sene işçi göçünün 60. yılıydı. Altı işçinin hayat çizgilerini sergilemeye çalıştım altmış yıl içinde. Sirkeci garından başlayan yolculuğun tarih içindeki hikâyesi.
Televizyon çalışmam ise, yıllar önce bir kanalda hazırlayıp sunduğum Asr-ı Fener programı. Sevgili Kerem Alışık ile beraber. Bu arada yakın zamanda iki sinema filmi için İngilizce hikâyeler yazdım. Bir de iki sezonluk TV dizisi. O da iki dilde yazıldı. Görüşmeler yapılıyor.
C.O.: Bundan sonraki çalışmalarınız ne yönde olacak?
M.E.C.: Birkaç roman, belki bir tarih kitabı, ama projelerin henüz çok başındayım.
(Hürriyet Gösteri dergisi, 2023)