Dondurucu bir kış gecesi, tarihi Ankara tren garının yolcu bekleme salonunda Doğu Ekspresi'nin hareket etmek üzere olduğu anonsu yankılanıyordu.
Tren, peronda beklerken, çoğunluğu Doğululardan oluşan grup kargaşa içinde trene binmeye çalışıyordu.
Doğu Ekspresi, yolcularını aldıktan sonra büyük bir gürültüyle perondan hareket etti ve gar yeniden sessizliğe büründü.
Bir sonraki sefer için bekleyen İstanbul yolcuları sabırlı bir bekleyiş içindeydi. Küçük yaşlardaki bir erkek çocuğu, salonun gri ve oldukça soğuk, mermer zemininde oyuncak arabasıyla oynuyor, annesi de, "Yerler soğuk, yere oturma! Allah canını almasın, yere oturma, pantolonun kirlenecek!" diyerek dur durak bilmeden çocuğuna bağırıyordu. Gülümseyerek onları izleyen baba ise, eşine sitemkâr bir edayla, "Bırak artık çocuğun peşini!" diyordu.
Kelimeleri yuvarlayarak konuşan ve kendisini paşa torunu olarak tanıtan yaşlı bir kadın, yanında oturanlara büyük dedesinin kahramanlıklarını anlatıyor, çevredeki insanları küçümseyen bakışlarla süzüyordu. Absürt sayılabilecek kıyafetleriyle züppe bir adam, etrafına topladığı gençlere, tuhaf bir Türkçeyle abartılı bir biçimde Paris’te yaptığı kaçamakları anlatıyordu.
Bekleme salonunu dolduran yolcuların bazıları pinekliyordu, bazıları ise sanki evlerindeymiş gibi palto, mont, küçük valiz ve çantalarla kendilerine yatak oluşturmuş halde bankların üzerinde derin bir uykuya dalmıştı.
Yolcular sohbet ederken bir anda yükselen horlama sesiyle irkiliyor, konuşmalarına ara veriyor ve dişlerini sıkarak gürültünün bitmesini bekliyorlardı. Ancak horultular bitmediği için, seslerini gürültüye göre yükseltip alçaltarak sohbetlerine devam edebiliyorlardı.
Görevli olduğu anlaşılan birkaç kişi, horlamanın yükseldiği anlarda salona açılan kapıdan kendilerini gösterir göstermez ortam bir anda sessizleşiveriyor, kapının kapanmasıyla da her şey eski haline dönüveriyordu.
Saat gece yarısını bulmuş, tüm banklar boylu boyunca uzanan yolcular tarafından işgal edilmişti.
Salona çıkan iki kanatlı kapı aniden açıldı ve lacivert üniformalı görevliler hışımla içeri daldı. "Banklara uzanmak yasak beyler, uyumak yasak!" diye bağırarak sere serpe yatanları dürtükleyerek uyandırmaya başladılar.
Davudi sesli, oldukça kilolu bir görevli ise, "Otel mi lan burası!" diye haykırıyor, ekseni etrafında dönerek sesini tüm salona duyurmaya çalışıyordu.
Bazı yolcular derin uykularından hemen uyanamazken, bazıları ise hızla toparlanarak aslında uyumadıklarını göstermek için oturur pozisyona geçiyorlardı.
"Otel mi lan burası!" lafını duyan ilk grup, soğuk Ankara gecelerinden korunmak için gara sığınan evsizlerdi. Ankara’nın dondurucu gecelerinde sabahçı kahveleri, hastanelerin acil servisleri veya metruk binalar, evsizlerin sığınabileceği az sayıdaki noktalardan biriydi. Oysa gara gelenler genellikle daha iyi giyimli, evsiz olmadıkları bir bakışta anlaşılan kişilerden oluşurdu.
Evsizler, fark edildiklerini anladıklarında korkuyla doğruluyor ve hızla orayı terk etmeye çalışıyorlardı. Çünkü onlar, karşı koymamanın, itiraz etmemenin ve şiddet içeren tavırlara ses çıkarmamanın, hayatta kalmanın tek yolu olduğunu biliyorlardı.
Görevliler, evsizleri yolculardan ayırmakta zorlanıyorlardı; çünkü yapılacak bir yanlışlık, başlarını belaya sokabilirdi. Hiç kimse, yüksek mevkide çalışan bir devlet adamını ya da yakınının huzurunu bozmak gibi bir hatayı göze alamazdı.
Yine aynısı olmuştu: Başını atkıyla sarıp ışık ve gürültüden korunmaya çalışan bir yolcu, görevlinin hışımla dürtmesiyle irkilerek uyandı.
Görevli, "Pardon beyefendi. Seni de serseri, evsizlerden sanmıştık," diyerek özür dilese de artık çok geçti.
"Ne serserisi lan! Bankacıyım ben, bankacı!" diye tükürükler saçarak bağıran yolcunun sıradan biri olmadığı ortaya çıkmış, görevliler ne yapacağını bilememişti.
"Beyim, kusura bakmayın, dürttüğüm için özür dilerim."
Bir an önce tekrar uyumayı düşünen bankacı özrü kabul etmiş, tekrar uzanmıştı. "Canımı sıkmayın, vallahi hepinizi Hakkari'ye sürdürürüm!" diyerek tehditler savurdu.
Görevli, "Yanlışlıkla oldu sayın müdürüm, bir daha olmaz inanın," dedi. "Daha yeni cezamı bitirip geldim Hakkari'den."
Bankacı, "Defol git başımdan!" diye söylenirken, görevli ise kısmetin ayağına geldiğini düşünmeye başlamıştı.
"Siz afiyetle uyuyun müdürüm. Sırası, zamanı değil ama sizden bir istirhamım olacaktı. Çok zor durumdayım sayın müdürüm, bana biraz kredi açsanız!"
"Sen hâlâ başımda mı bekliyorsun?" dedi hiddetle. Kendini acındıran görevliye, "Al bu kartım. Yarın gel, yardımcı olurum!" diyerek başından savmaya çalışıp tekrar uyuyakalmıştı.
"Banka müdürünü dürtüklemişiz ya la!.. Bi' gün başımıza iş açacağız böyle giderse!" diyerek mırıldandı.
"Kartını alsaydın bari!" dedi diğer görevli.
"Almam mı? Havada kaptım!" diye cevapladı; gece yarısı hayalini kurduğu banka kredisinin mutluluğu ve yediği fırçanın pişkinliğiyle gülümsüyordu.
"Yoksa bi' daha mı dürtsek?" dedi diğeri, ama arkadaşının terslercesine bakışından uzatmaması gerektiğini anladı.
Korku dolu bakışlarla, "Bi' daha dürtersem soluğu yine Hakkari'de alırım," dedi yeniden.
Derin uykudaki müdüre koro halinde, "İyi geceler müdürüm," dediler, saygıyla selamlayıp yanından ayrıldılar.
Salonun tenha tarafında evsiz olduğu anlaşılan iki kişi vardı. Biri boylu boyunca, sağ eli başının altında derin bir uykuya dalmış, diğeri kalorifer peteğine başını dayamış halde uyuyormuş numarası yapıyordu. Belli ki nöbetteydi; salonu gözetliyordu.
Ayakuçlarında sıkıca bağlanmış birkaç büyük siyah poşet vardı. Halbuki siyah poşetler ve yanlarındaki eşyalar onları ele veriyordu; görevlilerin evsizlerin eşyalarını genelde poşetlerde muhafaza ettiklerini bildiklerinden haberleri yoktu.
Yine de onlar için rahatsız edilmemenin tek yolu, herkesten uzak kalmaktı. Ama tarihi garın salonunda ne kadar uzakta kalınabilirdi ki...
Nöbetçi, artık sıranın kendilerine geleceğini ve hedefte olduklarını sezmişti. Korku dolu gözlerle görevlileri göz ucuyla takip ediyor, sıranın kendilerine ne zaman geleceğini tahmin etmeye çalışıyordu.
Görevliler bir anda o tarafa yöneldi. Dürtükleme görevi artık evsiz nöbetçideydi; arkadaşını başparmağıyla dürttü. İki yaşlı evsiz, eşyalarını kaparak uzaklaşmaya başladılar, biri aksak adımlarla kapıya doğru yönelirken diğeri ağır hareketlerle kaçmaya çabalıyordu.
Ankara'nın soğuğu yıllardır kemiklerine işlemişti. Uyuşuk hareketlerle dış kapıya doğru ilerledikleri esnada bir görevlinin tekmelerine maruz kaldılar.
Soğuk, insanı ağırlaştırır, hareketlerini yavaşlatır; bu uyuşukluk, insanın zamanla tüm bedenine yayılır. Evsizlerin genelde ağır hareket etmesinin sebebi budur. Ten renklerinin koyulaşmasının nedeni ise yeterince banyo yapmamalarıdır.
Görevlilerden peş peşe gelen tekmelere ve hakaretlere cevap vermeden hızlanmaya çalışıyor, bir sonraki tekmeden kaçmanın yollarını arıyorlardı. Görevliler, yaşlıları dışarı atmaya çalışırken bazı yolcular duruma müdahale etti.
"Artık yeter!" diye bağırdı bir yolcu, "Baban yaşındaki adama tekme atmaya utanmıyor musun? Hakaretlerin de cabası!"
"Adam mı? Bu mu adam? Leş gibi kokuyor baksana!" diye cevapladı görevli. Yaptığı şeyin toplum sağlığı için gerekli olduğunu savunuyordu.
"Çabuk çıkın lan buradan!" diye bağırmaya devam etti evsizlere, onları önüne katarak garın dış kapısına kadar kovaladı.
Yaşlı adam, kendilerini savunanlara şükran dolu gözlerle bakıyordu; bir yandan da salonda kalabilmeleri için daha fazla desteğe ihtiyaçları olduğunu hissettiren yalvaran bakışlarla yardım istiyordu.
Her şey ağır çekimde gibiydi. Yaşlı adam, ters giydiği ayakkabılarını çıkarıp hizaladı ve yeniden giymeye çalıştı.
Diğer yaşlı adam, "Yine ters koydun, içleri birbirine bakacak," diyerek ayakkabıları düzeltti.
Bir yandan gülümseyerek yardım ederken, bir yandan da sürekli ayakkabılarını ters giyen arkadaşını azarladı:
"Şu ayakkabılarını düzgün giymeyi bi' öğretemedim sana!"
"Demek ki iyi bi' öğretmen değilsin!"
Peruğu andıran sık ve kirli saçları, evsizlerin ortak özelliğidir; yıllardır üzerlerinden çıkarmadıkları düğmesiz ve kir içindeki paltoları da paçavrayı andırır.
Binadan uzaklaşırken, ara sıra geriye dönüp eli sopalı görevlilere bakıyorlardı.
"Bak hele... Bir de beni gözetliyor!" dedi görevli.
Görevliler bir tur daha attı salonda. Şüpheli görünen kaçakları dışarı kovmak için acele ediyorlardı.
"Öküze bak! Hâlâ banklara uzanmış yatmaya çalışıyor," dedi bir ses banklardan.
"Hani nerede? Öküzün ne işi var burada?" diye şaşkınlıkla sordu görevli, sağına soluna bakındı.
Salondaki yolcular kendi aralarında gülüştü.
"Bu adam tam bir aptal!" diye kahkaha atan birisi, fazla ileri gittiğini çevredekilerin bakışından anladı, konuyu değiştirmeye çalıştı.
Salonda artık çıt çıkarmıyordu. Birkaç saatlik aradan sonra iki yaşlı, yeniden salonun kapısına geldi. İçeri girmek istiyor ama cesaret edemiyorlardı.
Sigara içmek için dışarı çıkan kalabalığı fark ettiklerinde ise her zamanki oyunlarına başladılar.
Büyük salonun ana giriş kapısında, herkesin fark edeceği şekilde bir gösteri başladı.
"Çık dedim sana!"
"Niye çıkacakmışım? Asıl sen çık!"
"Leş gibi içki kokuyorsun!"
"Sen ne kokuyorsun peki?" dedi diğeri; yolculara aslında onun içkili olduğunu ima edercesine başparmağını dudaklarına götürdü.
"Ağzıma bile sürmem," dedi arkadaşı.
"Bu koku ne o zaman?"
"Asıl senin ağzın kokuyor, içine sinmiş de ondan!"
"Haram oğlum, haram!"
"Sen ne bilirsin lan haramı, günahı?"
"İmam hatip mezunuyum oğlum ben!" dedi kalabalığı ikna etmek ister gibi.
Arkadaşı birden onun saçlarını işaret ederek, "Üzerindeki bitler de cabası," dedi.
"Bit mi? Onlar bit değil, pire bir kere."
"Bit ya da pire, ne fark eder?"
"Onların da yaşamaya hakkı var, saçlarımın arasında olsa bile!"
Sıra kendisindeymiş gibi seyircileri süzdü, işaretparmağını dudaklarına götürüp kaşlarını kaldırdı.
Arkadaşına dönüp, "İki kere iki kaç eder?" dedi.
"Beş," diye cevapladı diğeri.
Zafer kazanmış bir komutan edasıyla onu işaret etti:
"Gördünüz mü? Tam bir aptal! İki kere iki beş diyor."
Bakışlarını bir yolcuya çevirip, "Sizce kaç eder efendi?" diye sordu.
"Tabii ki dört eder," dedi yolcu.
"Bak gördün mü, o da benim gibi düşünüyor. İki kere iki dört eder!" diye haykırdı.
Diğer evsiz ise doğru söylediğini anlatmaya çalışarak, "Peki, Einstein'ın bir fotoğrafı var, hatırlıyor musunuz? İki kere ikiyi beş olarak hesaplamıştı. Einstein'dan daha mı iyi biliyorsunuz?" diyerek karşı saldırıya geçti.
Artık tren garının görevlileri bile çevredekilerin içine katılmış, bu komik müsamereyi izliyordu.
"Tabii ki Einstein daha iyi bilir. Ama o da hata yapabilir!" dedi arkadaşı. "Dikkat ettiysen, dilini dışarı çıkartmıştı. Bizimle alay ediyor," diye de ekledi. "İki kere iki dört eder, o kadar!" dedi ve oyunu bitirmeye çalıştı. Gözlerini kısıp hafifçe gülümserken dilini dışarı çıkardı. Ardından da, "Görsel zekâlı adam seni! Benim gibi okuduğuna değil, gördüğüne inanıyor!" diyerek onu seyirciye şikâyet etti. "Seni matematikten sınıfta bırakıyorum!" dedi, arkadaşına geçersiz not verdiğini ilan etti.
Seyircilerden biri, "Aaa, ben bu adamı tanıyorum. Ünlü bir fizikçi bu. Bir saniye, adı neydi yaa bunun?" diye hafızasını yokladı, ama ismini hatırlayamadı.
"Ünlü bir fizikçiymiş!" dedi başka bir seyirci heyecanla.
Alkışlar yükseldi. Kısa gösteri amacına ulaşmıştı. Herkes avuçlarını patlatırcasına alkışlıyordu. Oyun gerçekten işe yaramıştı.
İstanbul'a hareket edecek tren perona büyük bir gıcırtıyla yanaşırken, iki kafadar, büyük salonun en özel köşesi olan kaloriferin dibindeki banka uzanmış, mışıl mışıl uyuyordu.