Boşuna bir çabadır zamanı kontrol etme arzumuz. Takvim yaprakları birer israf, her doğum gününde kesilen pastalar da.
Eriyip giden dilek mumları ve geri dönme imkânı kalmamış, umudunu yitiren içimizdeki çocuk.
Gülümsemenin basit bir mimik hareketi haline gelişi ve uğruna hayallerin feda edilmediği sevgilerin hayatlarımıza yerleşmesi. Merhamet istemeyenlerin aslında merhamet göstermekten korktuğu gerçeği. Sevgiyi sadece alelade uğraşlar olarak görenlerin dünyası.
İnsanların kendini dinlemekten korkup kalabalıklara kaçtığı, ancak kalabalığın uğultusuna da katlanamadığı, kısır süreçlerin hüküm sürdüğü bir yapay dünya. Bunlardan kaçmaya çabalayanlar ve başaramayanlar...
Siz buna dünya diyorsunuz. Sizin dünyanız. Bir de benim kurduğum bir dünya var. Başrolde de, şu sıralar gitgide kendimden uzaklaştığım bir başka "ben" var.
Kendimi anlamak konusunda sorunlar yaşıyorum, ama yazarsam hem kendimi daha iyi anlayabilirim, hem de biraz daha anlaşılır olurum. En azından başka bir yol bilmiyorum.
Yakın zamanda yaşadığım bir şey beni düşünmeye itti; gerçekte böyle mi olması gerekiyor dedim.
"Üzgün görünüyorsun," dedi çevremdeki biri, ben de istemsizce, "Üzgün değilim, sadece büyüdüm," deyiverdim. Dediğimin tartışılabilir olduğunu sonradan idrak ettim. Üzerine düşününce böyle olmaması gerekiyor gibime geliyor. Gerçekten bu anlama mı geliyordu? Hâlâ emin değilim.
Birkaç ay öncesine kadar büyümek ne demek deseydiniz, farklı bir yanıt alırdınız muhtemelen. Hatta size başka mimiklerle verirdim bu cevabı.
Yaşadığım acılara her zaman varoluş temelinde yaklaşan biriydim. Büyümem için yaşamam gereken acılar gerekiyordu ve bu acıların hep en doğru zamanda ve hep doğru yerde yaşandığına inanırdım. Geçmişteki her şeyden şikâyet eden ve şimdiki karakterime göre nispeten acımasız olan yönümü böyle törpülüyordum. Ve bunalma hali bana korkutucu gelmiyordu.
Değişim istediğimin kanıtıydı bu. Sessizlikler ve yalnızlıklar da korkutmuyordu beni. Kendimle baş başa kalmanın çocuksu mutluluğu üzerimde olurdu hep. Ve en çok da kalabalıklar içinde tek başıma oturmayı severdim. Üçüncü kişi olmayı seçerdim yani; çünkü diğerlerini anlamanın en güzel yolunun seyirci olmak gerektiğini düşünürdüm.
Hayatın bana anlatmak istediklerini de bu denli kolay anlayabilmenin huzurunu yaşardım hep. Her insan gibi inançlar ayakta tutuyordu beni de. Hastalıklı bir düşünce olsun ya da olmasın, yaşanılan şeyleri kendince bir kalıba oturtmanın huzuru, bana yaşama isteği veriyordu.
Bunları, birkaç hafta önce yazmıştım. Hastalıklı düşüncelerim olduğunu her sezdiğimde de tek yaptığım şey buydu. Bir şeyler karalar ve birkaç hafta sonra yazmaya devam ederdim. Eğer devam edebilirsem yazıya, gerçekten kişiliğime yeni bir şeyler eklediğimi de anlardım. Eğer şimdiki gibi devam edemiyorsam sadece hayatın küçük engellerinden biri olduğunu da anlardım.
Şimdi de engelin üstünden gülerek geçiyor ve anlatmaya başlıyorum sustuklarımı. Yazmaktan başka yol da bilmiyorum zaten.
Yazmanın tarif edilemez rahatlığına yeni erişen insanlar görüyorum. En güzel dinleyicinin kendisi olduğunu şimdi öğrenenler, bu zamana kadar ne yapıyordu acaba? Sahi siz nasıl bertaraf ediyordunuz içinizde dolaşıp canınızı sıkan cümleleri?
Büyüyoruz. Belki de "olgunlaşıyoruz" demek daha doğru. Hayatımıza girenler olduğu kadar, hayatımızdan gidenler de var ve tabii bizden götürdükleri de. Gidenlere bakıp sürekli eksilenlerimiz de var elbette. Sürekli eksilen bir şeyin sonunun, bitmek olduğunu da biliyoruz. Bitmek için yaşayanlarımız var, bitmesi gereken zamandan çok daha önce bitenler.
Anlaşılmak için çırpınıyorsunuz ama amacınızın anlaşılmak olduğundan emin değilim. Sizin gibilerle hiç tanımadığım sokaklarda karşılaştığım gibi, çevremdekilerin size dönüştüğünü de gördüm. Hayatınızı güzelleştirebilecek bir yeteneği olan algınızı, kendinize prangalar vurmak için harcıyorsunuz.
Derinlerde bir yerde acı çeken mızmız bir çocuksunuz. Size güzellikler sunanlara, siz nefretinizi sunuyorsunuz.
Size yardım etmek isteyen insanları da tanıdım. Bu cesur insanların sizden korkarak kaçtığını gördüm, sizden değil, nefretinizde boğulmaktan korktuğunu gördüm. Hatta deneyimledim. Kendi güzelliğimi keşfedince, bir başkasının nefretinde ve hırsında boğulmaktan korktum. İlk defa kendi korkaklığımı sevdim ve buna "korkaklık" değil de "cesaret" demeye karar verdim. Cesurdum. Benim gibi cesurlar da vardı, siz gibi korkaklardan giden.
Her gitmek, korkaklık değildir. Her gitmek, eksilmek değildir. Gitmenin en büyük nimetlerden olabileceğini deneyimledim. Gitmenin, daha önce gitmem gereken yerlere geç kalmışlığımı telafi etmek anlamına gelebileceğini keşfettim. İki yerde aynı anda olmak mümkün değilmiş, bir yerlerden gitmek gerektiğini anladım. Her giden arkasına bakmıyormuş ve her giden, pişman olmak zorunda değilmiş. Bunların hepsini, giderek ve gitmelerine izin vererek anladım.
Siz, gidenlerin çetelesini tutarken, ben yüzümü kendime çevirdim. Siz, her gördüğünüze dert yanıp haklı çıkmak için onaylanmak isterken, ben kendimi dinledim. Siz, içinizden gitmeyenleri yanınızda göremeyince korkarken, ben kendimi bulmanın mutluluğunu yaşadım; ve siz, kendinizi dinlemek yerine yanınıza yakışmayacaklarla aranıza bir nefeslik pay bırakırken, ben kendi içimde yeni bir "ben" keşfettim.
Bu yüzdendir ki size yardım etmek isteyen birini reddeden sizin gibilerin ağlamasıyla, bizim gibilerin ağlaması aynı olmayacaktır. Derdimizi, bizi dinlemek isteyenlere anlatan bizler; her gördüğüne dert yanıp haklı görünmeye çalışan sizlerden elbette farklı olacağız.
Takvim yapraklarından korkmuyorum, gidenlerden de. Ve büyümek, hiçbir sözlükte üzülmek anlamına gelmiyor.
Bunu bize kim öğrettiyse sizin gibilerden biri olmalı, çünkü benim gibiler geç kaldığı yerleri keşfetme arzusuyla yanıp tutuşmaya devam ediyor.