Süleyman Saim Tekcan'ın sanatını şekillendirmek için kullandığı tüm imgeler içinde belki de kaynağı en derin ve en tutkulu olanı at imgesidir, kendi eti ve kanıyla beslediği atlar. Sanatçının soluğu yeryüzünün doğusunda gezinip durur, bir ucundan diğerine at sırtında anlatılan bir yolculuk gibidir her şey. Geçmiş, kurgulanmış bir tarih anlatımı olmaktan çıkıp ışığa ve renge kavuşur. Bu anlatımda, insanlar kadar, yaşamın kendisi kadar canlıdır her element, her söz, her madde. Öyle bir yolculuktur ki bu, kimi yerde nefes nefese sürer, kimi yerde dingin, kimi yerde bir kaos, bir hezeyan halinde bilinçaltından yayılan nal sesleri, homurdanmalar, ter kokusu içinde ilerler. Rüzgârla koşulan bir yolculuktur bu, kan tadındadır bazen, ölümcül yaralar ve savaş meydanları arasında, uçsuz bucaksız bozkırlar, zaman ve değişen mevsimler, değişen renkler ve atlar, atlar, atlar...
Efsaneler, atların gökten indiğini, yardımsever bir Tanrı tarafından insana verildiğini anlatır.
Cengiz Han rüyasında silahlı, beyaz bir atlı görür günün birinde. Bu atlı şöyle seslenir ona: "Ölümsüz olanın iradesi seni yedi ulusun hükümdarı, efendisi olmanı istiyor."
Camuka, gelecekte Cengiz Han olacak kan kardeşi Timuçin’e boynuzlu bir at hediye eder.
Orta Asya'da, hiç kimsenin yakalayamadığı atların yaşadığı bir dağ vardır.
M.Ö. 140'larda Çince bir metin orta hanlık zamanında bir seyyahtan şunları aktarır:
"Orta Asya'da, göksel bir atın soyundan gelme, çok güçlü ve atılgan bir at ırkı bulunur.
"İbn Batuta, bir Moğol prensinin cenaze töreninde dört atın adım atamaz hale gelene dek ölenin çadırının çevresinde koşturulduklarını görmüştür. Tıpkı güneşin etrafında dönen gezegenler gibi.
Mavi, göksel olanı simgelerdi, at ise oraya ulaşmak için insana Tanrı tarafından gönderilmiş bir armağandı.
Kavimler arasında her antlaşmadan sonra beyaz bir at kurban edilirdi. Siyah at, kokuşmuş olanı, kötülüğü, uğursuzluğu ve karanlığı temsil ederdi. Çin-Mançu antlaşmalarında bir siyah inek ve bir beyaz at kurban edilirdi. Siyah aynı zamanda halkın rengiydi, Türklerde ayaktakımına Kara Budun / Kara Halk denirdi."
ATLAR
Atları gördüm pencereden.
Berlin’de kıştı. Işıksızdı
ışık, göksüzdü gök.
Islak bir ekmek gibi beyazdı hava.
Ve kışın dişleriyle kemirilmiş gibi görünen
yalnız bir sirki gördüm penceremden.
Birden on atı götüren bir adam
göründü sisin arasından.
Neredeyse kımıltısız alev dalgaları gibiydiler,
fakat o saate kadar boş olan bütün dünyayı
doldurdular gözlerimde.
Kusursuz, alazlı,
tuzun düşüne benzeyen yeleleriyle,
uzun temiz bacaklarıyla on tanrı gibiydiler.
Sağrıları dünyalar ve portakallardı.
Renkleri baldı, kehribardı ve ateşti.
Gururun taşından oyulmuş
sütunlardı boyunları
ve öfkeli gözleri gösteriyordu
bir mahkûmun gücünü.
Ve orada, gün ortası sessizliğinde,
o kirli ve hüzünlü kışın ortasında,
atların o yoğun varoluşları
kandı, ritimdi, hayatın kışkırtıcı hazinesiydi.
Baktım. Baktım ve yeniden buldum bilmeden
kaynağı, o altın dansı, göğü
ve güzellikte yaşayan ateşi.
Unuttum o kasvetli Berlin kışını.
Ama unutamam atları çevreleyen ışığı.
Pablo Neruda
Çeviren: İsmail Aksoy
"Estravagario"dan (1958)
Ya sular, akıp giden, köpüren sular: Köroğlu’nun atı, sürüdeki bir kısrakla nehirden çıkan bir aygırın çiftleşmesinden doğmuştur. Dede Korkut Kitabı'ndaysa birçok kez deniz aygırı ve deniz kulanından söz edilir. Brahmancı Rig Veda da at ve su ilişkisinde ısrarlıdır.
Eski toplumların kimisi at öldürmeyi veya çalmayı ölüm cezasını gerektiren bir suç sayardı. Efendisinin kaderi, atının kaderine sıkı sıkıya bağlıydı. At öldürülür ya da kaybedilirse, bu efendisinin hayatının tehlikede olması demekti her zaman.
Dokuz Tibet Öküzü'nün veya atın kuyruklarının bayraklara bağlanması, Türk-Moğol toplumlarında yaygın bir gelenekti. Hayvanın kuyruğunun, sahip olduğu tüm gücün kaynağı olduğuna inanılırdı.
Zamanın kasırgası, savrulan bir parça külden başka bir şey bırakmadığında, geçmişin karanlıklarına alev alev yanan görüntüden diğerine, sana bilinen bütün dillerin de ötesinde bir dille kendi kalbine ve doğanın yüzüne dokunma şansını verecektir.
Sonsuzluğun etine ve kanına doymak için yaşar yeryüzünde insan. Ruhsal salınımlar, derin bir alacakaranlık ve bir rüya ufku. Resmin kırılmaz aynasında sürekli saf bir dünyanın arayışı içinde, renk ve düşüncenin yarattığı, köpüren dalgalarıyla zamanın ve sonsuz olanın şiirini yaratabilmek. Parçalanmış bir ifadenin, bütün bir geçmişin yalnız ölüme yazgılı bölünmüş doğanın içinde insanının yurtsuzluğuna yurt olabilmek. Ilık bir dokunuşla iç içe geçen renklerin ve anlatımın harekete dönüştüğü kompozisyonlar içinde, serin olabilmek.
Acı çeken, gülümseyen bir dünyanın içten haykırışları. Kimi daha rahat, kimi daha sıkıntılı, geçmişin içinde özgürleşmek isteyen nesneler: mühürler, yazıtlar, minyatürler ve atlar.
Renk, ışık ve yaratılan müzik, yeni ifade arayışları ve mistik derinliği tarihin. Kan kusar gibi kusmak kendi varoluşunu, geçmişin kanat sesleri arasında beyaz bir atın sırtında, masmavi gökyüzünde bir esin yağmuru.
Yeryüzünden gökyüzüne uzanan, soluğu yaşam olan bir atlının büyülü nal sesleri.
Ölümün berraklığı, mezar taşları ve hayatın anlamı arasında gezinen atlar. Onlara bakmakla, onları görmekle kendini çözen ruh. Bir toplamdan eksilen parçalar, renklerin gerçek olmak istediği koyu arka planlar, hareketli çizgiler ve geçmişin iklimini arayan harap, yıpranmış yüzeyler. Işığın büyüsüyle derinlik kazanmış mekân.
Gölgeler, alevler ve ışık. Bir başka zamanın aydınlığını ve merhametini hissettiren renkler içinde devinen, hayatın sonsuzmuş gibi gelen gecesi boyunca, bambaşka bir müzik içinde, tuval üstünde bütün kontrastları parçalayan atlar.
Her türlü zamanın öncesi ve sonrasındaki düşlerimiz. O ilk dünyanın insansız yalnızlığı. Sıcak soğuk renkler, yaklaşan ve uzaklaşan figürler. Siyah, mavi karanlık bir çarpışma ve soğuk ışığı hüznün. Ölümsüz olmayı isteyen kahramanlar, mezar taşları, kitabeler ve yorgun atlar, yeşil renk içindeki dinginlik.
Ölüm ve hayatı tek bir anlamın içinde tutan, parçalanmaya hazır beyaz dokunuşlar. Yaşamdan önceki hiçlik kadar siyah bir evren. Yeni zamanlar, eskiyen düşler. Tutkulu, güçlü bir yoğunlukla, kendi içinde uğuldayan kırmızı.
Sinir, kan ve renkle beslenen yaşama sevinci. Aydınlık çizgisel formlar, hayatın güneşli, sarhoş edici gücü ve varlığın coşkusu. Her şeyin yazılamadığı, yazılmadığı bir tarih, kelebekler gibi üşüşen düşünceler ve yitik ruhların bekçiliğini yapan atlar.
Yarıp sessizliğin sisini
Kör bir ozan anlattı bunları,
Atların da ruhu vardı Troya önünde,
Ta Hades’ten duyulurdu kişnemeleri,
Atsız bu kişneme ölüleri ürpertir,
Köpeği deliye çevirirdi.
Kimi de Troya önünde nal sesleri gezinirdi,
Gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan.
O gün Akhalar başka biri için yarışsalardı
İlk ödülü Akhileus götürürdü barakasına.
Çünkü ölümsüz atları vardı,
Onları Poseidon vermişti babası Peleus’a,
Peleus da oğluna armağan etmişti.
Şimdi atlar yas tutuyorlar Patroklos’a,
Yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri.
Diomedes Tros atlarını koştu arabasına
O atları savaşta Aineas’tan almıştı.
Bir tanrı kurtarmıştı Aineas’ı.
Sarı Menelaos kalktı sonra, Atreusoğlu,
Tanrısal yiğit koştu arabasına iki at,
Agamemnon’un kısrağı Aithe’yi, kendi atı Podargos’u.
Antilokhos koşum taktı Pyloslu atlarına.
Sonra Köroğlu kalktı, koştu Kır At’ı.
Her yanında çifte kanat
Bilmez yakını ırağı.
Kendini beğenmiş Tahta At’ı çıkardılar sonra,
Yayıldı ortalığa yanık serde kokusu.
Huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan.
Sonra göründü Muhammed’in damadı Ali’ye
Benzer iyi huylu Düldül, edep yeri kapalı,
Dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır,
Gözleri iyi görmüyordu.
Başını yana eğen İskender’in Bukephalus’u
Geldi sonra, Hint kızları gibi derin bakışlı
Güneyden yana bakıyordu ikide bir,
Sezmiş gibi Granikos suyunun yakınlığını.
Elcid’in Babeica’sı, derken Rocinante çıktı
Ağlayarak.
Anlatma bana atları!
Bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık
Bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer
Samanların üstünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu...
Başını döndürür bakar, "Bana benziyor mu?"
"Sekili mi ayakları?"
Anlatma bana atları!
Sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık
Çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan
Kanatlı Pegassos! Gençliğim benim, oğlum!
Delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş,
Kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı.
Tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen,
Ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen
Koşu... Atlar, atlar. Yaşlananı görmedim hiç.
Kimi yelesiyle devirmek ister burçları,
Kiminin eşeler toprağı hâlâ toynakları.
Anlatma bana atları!
Yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup
Vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma,
Anlatma bana, görmedim Troya savaşını.
Melih Cevdet Anday
"Troya Önünde Atlar"