Biraz hüzünlü bir gün oluyor ama insanı bitiren bir hüzün değil, başkaldırmak istediğin türden bir hüzün. Dünya, oturmayan taşlar mekânı olmuş da bir şey yapılması gerekiyor fikrini edindiğin türden bir hüzün. "Güç kazanman ve olanlara 'dur' demen gerek" hissi de eşlik ediyor bu hüzne.
Geçtiğimiz yıl Anima Yayınları'ndan çıkan Yanık Bal Kokusu ile böyle bir zamanda tanıştım. Siyahlar Giyen Kadınlar bölümünü inceleme fırsatım oldu. "Nedir bu matemin sebebi," dedim kendi kendime? Biraz da tanıdık geldi bu hüzün bana.
Siyahlar Giyen Kadınlar bölümü birkaç şiirden oluşuyor: "Kuş ve Alınyazısı", "Savaş ve İhanet", "Cinayet ve Kıran", "Çamur ve Dumur", "Devlet ve Evlat", "Kan ve Barut", "Mevsim ve Acı", "Çinko Damın Altı Gözleri", "Daha Kaç Eylül", "Neriman", "Şeytan Yoktur"... Özellikle içerisindeki birkaç şiir ilgimi çekti. Onlar hakkında birkaç kelam etmek istiyorum biraz:
Kelimeler, başkaldırmak isteyen bir duruşun estetik görünümü gibi. Estetik görünmesi onu yumuşatmıyor ama, aksine daha da keskinleştiriyor. Ayrıca şair, gücünü farklı bir kaynaktan alıyor sanki. Herkesin bildiği ama kimsenin anlatamadığı bir yerde, gerçeklerin fark edilmesini sağlama görevi ona düşmüş gibi. Kelimelerin bu kadar sert ve sarsılmaz olmasının sebebi, diğer ihtimalin varlığını silmek mi? Diğer ihtimal? Alışmak ve devam etmek. Diyorum ki, bu dünyada bir şeyler oluyor ve bu şeyler yıkımla sonuçlanıyor. Diyorum ki, bu kelimeler sarsılmaz bir şekilde korkunç bir yıkımın portresini çiziyor; sanki bir şekilde "dur" dememizi istiyor.
İçeriden yıkılıyoruz ve belki de en başından beri yıkıma doğuyoruz. "Mevsim ve Acı" şiirinde dediği gibi: "Ana rahmi doğuştan çürüktür iki karındaşa" (s. 35). Yazgımız baştan mı belli? İki kardeş bir yuvayı paylaşamıyorsa biz nasıl paylaşacağız "dışarıdaki" dünyayı? Sizi de mi bir parça umutsuzluk kapladı? Yanık Bal Kokusu'ndan umutsuz olmanız için bahsetmiyorum. Şairin de bunu istemediğine inanıyorum. Sadece hissettiklerini en güçlü silahıyla yansıtmayı deniyor; yani kalemiyle. Kaleminin yer yer keskin olması da bu denli kaotik bir dünyayı ancak böyle yansıtabilecek olmasıdır belki de.
Devam edelim... Başka neler var bu eserde? Savaş var, asla kazananı olmayan bir savaş. "Devlet ve Evlat" şiiri karşılıyor bizi: "Devlet hükmü: bu olmaya harita!/ barut kokar gömlekler yığılır tepelere" (s. 34). İdealler peşinde yitip giden ideal bedenler. Üstelik her yeni gün, ideal bir beden olma potansiyeline de gebe. Yine aynı şiirde şairin de dediği gibi, "kadını çocuğu erkeği çarşaflısı haçlısı". İdeal bedenin cinsiyeti, yaşı, dini ve coğrafyası yok. Savaşlar, yıkımlar belki de bu yüzden çıkıyor ama yitip gidenlerin pek bir ortak noktası yok; insan olmaları dışında. Yine de bu ortak nokta çok fazla bilgi veriyor bize.
İnsan nedir peki? "İns" kökünden gelen Arapça bir kelime? Üstün canlı? Bilişsel yetenekleri diğer canlılardan daha gelişmiş bir varlık? Topluluklar oluşturabilme ve devam ettirebilme yeteneğine sahip bir canlı? Daha fazlası olduğu kesin. Dünyada pek çok senaryo döndüğüne göre bu kadar sığ tanımlamalar yetmeyecektir bize. Şaire göre "insan" ne peki? Sanırım "Şeytan Yoktur" şiirinden iki dize yetiyor bize: "Şeytan yoktursa insan var/ İnsan, kendi başına bela" (s. 41).
Şeytan... Kötülüklerin vücut bulmuş hali. Eğer gerçekten aramızdaysa vay halimize! Eğer yoksa, daha da vay halimize, çünkü biz bize yeteriz şeytan olmasa bile. İçimizdeki yıkıma sebep olan tarafımızın güzel bir özeti bu mısralar.
İnsanın doğasına ilişkin elbette birçok görüş var. Onun yıkıcı bir tarafı olduğunu söyleyenler kadar, doğuştan iyiye yönelik olduğunu söyleyenler de. Bir de yazılmamış boş bir levha olduğumuz görüşü. Hepsi ihtimaller dahilinde, ancak en görkemli medeniyetlerin insanlar tarafından yapıldığı gibi, yine insanlar tarafından yıkıldığını da unutmamak gerek.
İster istemez Freud geliyor aklıma. Psikanalitik kuramın kurucusu Freud'un Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında Thomas Hobbes’tan alıntıladığı gibi "homo hominilupus", yani "insan insanın kurdudur" düşüncesi. Freud'a göre insan, sevilmeye muhtaç ve kendini zorlukla koruyabilen bir canlı değildir; aksine tehlike durumunda olsun veya olmasın, şaşırtıcı derecede güçlü olabilir. Kişiliğin ilkel kısmı kişiyi içgüdüsel hareket etmeye zorlarken, diğer kısmı istekleri mantıklı bir zeminde tutmaya çalışır. Bu içgüdülerden olan saldırganlık, kişinin beslenmek gibi temel ihtiyaçlarında bile rol almaktadır. Kısaca insan, doğası gereği saldırganlığa yatkındır ve bu gerçek göz ardı edilmemelidir. Şairin, Siyahlar Giyen Kadınlar bölümüne oldukça uygun Freud ve Hobbes'un bu yaklaşımı. Yıkım, düşmanlık, savaş ve güç gösterileri hemen her mısrada kendine yer ediniyor. "İnsanın hiç mi faydası yok birbirine," diyeceğiniz türden insanlığın yıkımıyla karşılaşıyorsunuz her şiirde. Şair, hemen her mısrada insanlığın karanlık yanını okuyuculara hissettirmeye ant içmiş gibi.
Öte yandan, insan olarak yapım ve yıkımda iyi olduğumuz kadar, yıkımın ortasından zihinsel olarak çıkabilmek konusunda da oldukça iyiyiz. Yapım ya da yaratım? "Kuş ve Alınyazısı" şirinde benzer olduğunu düşündüğüm dizeler var: "kalbi tekleyecek bir ananın, kalbi tek/ yâ muhammed yâ isa/ en bildikleri taraftır alınyazısı" (s. 32). Alınyazısı... Doğduğumuz andan itibaren geleceğimizin belli olduğu inancı, bu coğrafyanın bir özelliği. İçinde tehlikeli bir taraf da barındırıyor bu inanç. Baş edilemeyeceğine inanılan yıkım karşısında özgür iradeye ket vurabilecek seviyede alınyazısı inancı, belki de yıkımın savunuculuğunu yapmakla eşdeğer.
Belki de yazar yaptıklarımız kadar yapmadıklarımızın da önemine değinmek istemiştir. Bu noktada daha önce belirttiğim gibi, şairin bizi umutsuzluk içinde kıvrandırmak zahmetine girdiğini düşünmüyorum. O zaman neden bunca tantana? Belki de sorumluluk almamız gerektiğini söylemeye çalışıyordur; hayatımızın ve tercihlerimizin sorumluluğunu almak yani.
Hepimiz yıkıma dörtnala koşan bu dünyaya bir köşesinden tutunduk. Yıkımın ortasında büyürken yıkıma sebep olmamak işten bile değil. Ama diyorum ki, ya başka bir yolu varsa? Acılar bizi birleştirir de yıkıma "dur" diyemez miyiz? Belki şair de bize bu mesajı vermiştir. Ve belki de bu yüzden en yıkıcı ve en acı çeken yanlarımızı sunmuştur bize. Ya da ben öyle anlamak istemişimdir, elimden umudumu aldıklarında yaşayamayacağım için. Şairin belki de yaptığı tek şey, doğamızın kötü olduğunu söylemektir tıpkı psikanaliz gibi; içgüdülere karşı koymak mümkün olmadığı için savunma mekanizmaları geliştirerek yaşıyoruzdur; zihinsel karmaşaya mahal bırakmayacak şekilde gerçeği çarpıtıyoruzdur ve yarattığımız tüm yıkımın bir gereklilik olduğuna inanıyoruzdur. Tıpkı şairin de "Devlet ve Evlat" şirinde yakındığı gibi, devlet uğruna yitip giden bedenlerden rahatsız olunmadığı gibi bir gereklilik haline tutunuyoruzdur.
Öte yandan, huzursuz hissettirdi bu şiirler beni. Bana, benim de içinde olduğum bizi gösterdiği için.
Biz... Unutma, sen de dahilsin bu dizelere. Kıyısından, köşesinden belki, ama nihayetinde sen de bir parça aynaya bakmış gibi olacaksın. Hepimiz işin içindeyiz.
Yine de ne derler bilirsiniz: Kişi, bildiği kadarıyla anlamlandırabilir bazı şeyleri. Zihin kendine dahil ettiklerin ile düşünme eğilimindedir.
Bende olanlarla bu kadar anlamlandırabildim Yanık Bal Kokusu'nu. Merak ediyorum, siz hangi pencerenden bakacaksınız bu dizelere. Ha, bir de! İnsan kendinde olanlar kadar kelimelere dökebilir dedim ya; şair için gerçekten üzgünüm. Karanlık yanlarımızı deneyimlemek ve şiirleştirmek zor olsa gerek. Bu hislerle yıkmadan yaşamaya çalışmak âdeta bir başkaldırı çünkü.
(Ayşe Şafak Kanca, Yanık Bal Kokusu, İstanbul: Anima Yayınları, 2022)