Nedense, felsefe ve öğretmenlik iki birbirine bitişmez alan olarak düşünülür. Üstelik, bu durum müfredatta felsefe dersinin ve dolayısıyla felsefe öğretmenlerinin varlığına rağmen böyledir. Gerek felsefe derslerinin müfredat içerisindeki konumu, gerekse de felsefenin işlevselliğine dair toplumsal önyargılar bu mesafeyi daha da beslemekten geri durmaz. "Felsefe yapma" ünleminin yadırgatıcılığından, felsefenin öğrenilebilir bir şey olduğuna dair inançsızlığa kadar geniş bir yelpazede çeşitli önyargılar ve fikir çapakları galebe çalar. Öte yandan, bir nehir binlerce yıl aynı yeknesaklıkla akmaz; kurur, kırılır ve küçük kılcallar halinde yol değiştirir, mevsimler değişir ve daha gür bir şekilde yeniden canlanır. Dolayısıyla, bu sıkışmışlık durumu çağlar içerisinde kalıcılıkları ile öne çıkamazlar. Üstelik, bu umut tazeleme durumunda özellikle, bazı eşik figürler önem arz eder.
Kuşkusuz filozof ya da felsefeci sıfatının görece "heybeti" ve sıradışılığı ile öğretmenliğin görece resmiyeti arasındaki kapanmaz gözüken mesafeyi "anlamsız" kılan ve öğretmenlik denildiğinde akla bambaşka bir dünya getiren figürlerin başında felsefi romanları, denemeleri ve eylemci kimliği ile 20. yüzyılın en önemli entelektüellerinden biri olan Jean-Paul Sartre (21 Haziran 1905 - 15 Nisan 1980) gelmektedir. Entelektüel tanımını kökünden değiştiren bir kuşağın mensubu olan Sartre, aynı zamanda II. Dünya Savaşı'nda Nazi işgaline direnmesi, savaş sonrası Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü sömürgeci savaşa karşı durması, ABD'nin Vietnam'da işlediği savaş suçlarının yargılandığı Russell Mahkemesi'nin bir üyesi olmasıyla ve 1964'te kendisine verilen Nobel Ödülünü geri çevirmesiyle de çağının en önemli entelektüel vicdani damarlarından birini temsil etmektedir.
Sartre'ın pek bilinmeyen yüzünü "öğretmenlik" mesleği ile ilişkisi oluşturur. Evet, ünlü filozof aynı zamanda uzun yıllar çeşitli liselerde öğrencilere felsefe dersleri vermiş bir öğretmendir de. Meteoroloji balonlarını uçurmakla geçirdiği askerlik dönemi sonrasında 1931'in Mart ayında Fransa'nın kuzeybatısındaki liman kenti Le Havre'a öğretmen olarak atanan Sartre'ın başlarda bu durum çok ağırına gitmiştir. Bu nedenle, Sartre, günlüklerinde "erkeklik yaşamını" üç dönem altında incelerken, felsefe öğretmenliği yaptığı on üç yıllık süreci "ikinci dönemi" olarak adlandırır ve bu dönem için "yeni hiçbir şeyle karşılaşamayız" diye yakınmaktadır. İlk bakışta Fransız taşrasında öğretmen olmak onun gözünde, "20 yıl süren sıradan ve sıkıcı bir meslek hayatı ve taşralı bir kadınla evlenmektir". Oysaki Sartre hayattan bunu beklememiş, bunu hayal etmemiştir. Nitekim, şu cümlelerinden hayal kırıklığı akmaktadır:
"Öğretmen olmuştum, bu önemli bir şoktu. O zamana kadar yaşamaya hazırlanıyordum. Her an, her olay bana şöyle bir dokunup geçiyor, ancak beni yaşlandırmıyordu. Sözkonusu olan hep oyundan önceki provaydı. Fakat artık oyunu kendim oynuyordum, artık yaptığım her şey benim yaşamımla yapılıyordu."
Sartre, başta karanlık ve bunalımlı gözüken bu yıllarını da, filozofça bir dokunuşla başarılı bir eğitimcinin, bir öğretmenin serüvenine dönüştürmeyi başarır. Dolayısıyla, Sartre'ın öğretirken öğrenen olduğunu, aslında hayatın da kocaman bir öğrenme süreci, felsefeye atfedilen ve çok sevilen bir durum tanımlamasındaki gibi, "yolda olmak" olduğunu yakından gözlemlendiği dönemdeyizdir. Bu dönemde Sartre, bir aktör olarak hayatın tam ortasına yerleştiğini, öğretmenlik mesleği sayesinde duyumsar. Bu hem zorlu bir vazifedir, hem de insanın, insan olma bilgisine erişmesinde bir eşiktir. Artık hareketlerinden kendi sorumludur ve insanlık bilgisinin içerisini kendisi dolduracaktır. Nitekim, kendi varoluşçuluğunun bizzat tecrübe edildiği bir alan sağlamaktadır öğretmenlik.
Sartre için oldukça baskın seyreden "ben herkes gibi değilim" duygusu, aynı zamanda felsefesi gereğince "ben herkes gibi olamam" cümlesine de tercüme edilebilir. Nitekim ünlü filozof, herkes gibi bir öğretmen olmayacaktır. Sartre'a göre eğitimin amacı elit kesime yeni insan kaynağı sağlamak değil, tüm öğrencilerin kültürle tanıştırılmasını sağlamaktır. Nitekim, Sartre kendisinin en sevdiği öğrencilerin sınıfın en çalışkanları değil, kendine has fikirleri olan, düşünceleri yeni filizlenmeye başlamış ve tamamlanmamış olanlar olduğunu belirtmektedir. Ona göre, ancak bu yeni filizlenmeye başlamış bitkiler, en güzel koşullarda büyümelerine imkân sağlandığı takdirde en güzel meyveleri ve çiçekleri vereceklerdir. Oysa, üst sınıfların ve devlet hiyerarşisinin talep ettiği insan tipi ise ezberci, itaat etmeyi öğrenmiş ve kendini ve özgürlüğünü gerçekleştireceği düşüncelerle olan ilişkisi kesilmiş bir insandır. Sartre'a göre, bu talebi karşılayan bir eğitim, yaşatmak bir yana, cinayet işler. Sartre'ın kimilerine göre sürekli bir dönüşüm olarak tanımlanabilecek entelektüel yaşamı da, bu "tamamlanmamışlık durumundan" ileri gelen bir entelektüel vicdani harekettir. Örneğin, başlarda Sovyetler Birliği'nin "Gulag Adaları"nda muhalifleri sindirmesine karşı sessiz kalmakla eleştirilirken, aynı devletin 1968'de Çekoslovakya'nın daha liberal bir sosyalizmle tanışma girişimini bastırması karşısında, dönemin diğer politik hareketlerinden ilhamla sorgulayıcı bir konum alması ve o güne kadar ki, "varoluşçu Marksizm" olarak kategorize edilen fikrini tartışmaya açması da buna bir örnektir. Sartre bu olaylar sonrasında ünlü Liberation gazetesini kurmuştur. Tüm bu politik-entelektüel serüven, bireyin rüzgâra karşı aldığı şekli değil, tarihin ve toplumun dönüşümlerine karşı entelektüel duyarlığını ispat etmektedir.
Bu anlamda, bireylerin değişimlere açıklığı, eğitimin temel amacını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, eğitimin işlevi tam da bu noktada kendisini göstermektedir ve öğretmenler tam da bunu sağlayacak olan bireylerdir. Bu anlamda Sartre, felsefe öğretmenliğinin ilk yıllarından itibaren üzerinde özenle durulmuş bir tavır ve pedagojik hassasiyetle yeni bir eğitim yöntemini denemeye başlamış, öğrencilerin hayal gücünü geliştirmeyi amaç edinmiş bu yöntem o güne dek alışılmış uygulama, mevzuat, kurallarla birlikte, kurumlara, otoriteye ve hiyerarşiye karşı da bir reddediş olmuştur. Bu tavrın yansımalarını Le Havre lisesinde 1931 yılında yaptığı konuşmada bulmak mümkündür. Resmi bir tören dahilindeki bu konuşmasında Sartre, devlet, lise ve taşra hiyerarşisini temsil edenleri ve onlarda somutlaşmış tutucu eğitim değerlerini eleştirmekten geri durmaz. Sartre bu konuşmayı gerçekleştirirken kendisini 800'e yakın kişi dinlemektedir.
Otorite karşısında sert ve alaycı olan Sartre, kendisini en çok öğrencileri ile rahat hissetmektedir. Sınıflar, Sartre'ın resmiyetin boğuculuğundan kurtulduğu yerler konumundadır. Kravat takmayan, kazakla ve pipo içerek, elleri ceplerinde ya da masanın üstüne oturarak konuşan filozof, notlarına bakmazken, resmi eğitim kurallarının didaktizminin aksine öğrencilerin de kendisine sorular sormasını ve derslerde aktif olmalarını teşvik eder. Sartre için öğrenciler kendisiyle eşit birer meslektaşıdırlar ve ideal eğitim ortamı öğretmenden öğrenciye doğru tek yönlü bir trafikten ziyade; öğrenci ile öğretmenin soru ve cevaplarla birbirlerini beslediği "doğurgan" bir ilişkidir. Üstelik, bunları felsefe gibi Fransız taşra öğle sonunu uzun ve zorlu kılan bir derste gerçekleştirir. Kant ya da Hegel'in en zorlu kavramları Sartre'ın bir durumdan canlı bir düşünce çıkarma becerisiyle akışkan bir kıvam kazanır ve öğrenciler için anlaşılır kılınır. Kişisel karizmasının yanında kesik, boğuk, güzel sesi ve canlı konuşması da bu zorlu müfredatın öğrenciler tarafından arzu edilmesini sağlar.
Tüm bu davranışları Sartre'ı bu kurumlar ve kişiler nezdinde sevimsiz kılarken, öğrencileri tarafından çok sevilen bir öğretmen figürüne dönüştürmüştür. Sartre'ın gözünde öğrenciler de kendisi gibi yetişkin bir insan olup, kendinin sınıfta nasıl davranma hakkı varsa, öğrencilere de aynısını tanır. Yıl sonunda zorunlu olması dışında not vermeyen, bu dönemde de ortalamanın altına hiç düşmeyen ve yoklama almayan Sartre, öğrencilerinin kravatlarını çözmelerine ve diğer rahat hareketlerine de müsaade eder.
Sartre için eğitimin yegâne mekânı sınıflar değildir. Okuldan çıkışta, sahilde ya da kafelerde ders devam eder. Öğrencilere iyi bir arkadaşlık da vaat eden Sartre, onlarla sinemaya, yüzmeye, pikniğe gittiği gibi, bilardo, masa tenisi, satranç oynar ve boks yapar. Kuşkusuz, bu durum, bazı yanlış anlaşılmalara da neden olmuştur. Öğrencileriyle geçirdiği eğlenceli bir gecenin sonunda ödül törenlerini kaçıran ya da ödül törenlerinde ayakta zor duran bir Sartre fotoğrafıyla karşılaşmak da mümkündür. Sartre'ın öğrencilerin eğitiminden beklentileri sınıf ve sokakta gördükleri ile de sınırlı olmayıp, evde de sürer. Bir öğrenci, sinemaya gitmeli, polisiye roman ve Amerikan romanları okumalıdır.
Çağının tanığı olan bu filozof için derslerin yegâne konusu da müfredatın çizdiği sınırlar içerisine hapsedilemez. Havre burjuvazisi, sanat, edebiyat, akıl hastalıkları vb. en az Kant ve Hegel kadar öğrencileri ile üzerinde konuştuğu konulara dönüşür. Sartre, Le Havre günlerinden kendisine benzeyen Antoine Roquentin isimli bir adamın hikâyesini Nausea (1938) isimli ilk romanında kaleme alır. Antoine, dünyanın ve bedeninin getirdiği bulantı duygusuyla yüzleşen bir karakterdir. Dolayısıyla, öğretmenlik mesleğini geçirdiği bu liman şehrinin aynı zamanda onun varoluşçu felsefesinin gelişmesinde önemli bir etken olduğu da göz ardı edilmemelidir.
Sartre'ın felsefe öğretmenliği II. Dünya Savaşı'na kadar sürerken, savaşa çağrıldıktan sonra 1941'de Almanlara esir düşer. Esaretten kurtulduktan sonra öğretmenliğe geri dönse de, 1944 yılında kendini tamamen yazma eylemine adamak amacıyla öğretmenliği bırakır. Bu seferki vedasında, "Fethedilecek bir şeyler olması gerekiyordu; kurtlar gibi aç, kaba, sert fetih saldırılarının düşünü kuruyorduk. Dünya vaat edilmiş bir yerdi ve bizim fethimiz eksiksiz olmalıydı," cümlelerini kurar. Doğrusu, Sartre'ın çıktığı bu yeni fetih serüveni de, onu asla başkalarının öğretmeni olmaktan alıkoymadı. Çünkü, hayat pratiği ile öğretmenliği arasında suni bir duvar yoktu. Bunun yansımalarını 20. yüzyılın ikinci yarısının önemli filozoflarından Gilles Deleuze'ün (1925-1995) Sartre üzerine 1964'te kaleme aldığı "O Benim Öğretmenimdi" isimli yazı bu bütünsel ilişkiyi de teyit eder niteliktedir. Ona göre sanat ve hakikat ilk elden, otantik ve yeni bir şeyler söyleyen, daha önce hiç duyulmamış bir müzik gibi olmalıdır. Deleuze'e göre Sartre, özellikle Liberation gazetesini çıkardıkları yıllarda, yeni dönem entelektüelleri için bu kavramların içini dolduran bir öğretmendir.
Son tahlilde, Le Havre yıllarında tutucu Fransız eğitim hiyerarşisini karşısına alışındaki ısrarı ve reddettiğinin yerine yeni eğitim yöntemleri koyma konusundaki arzusunu, entelektüel serüveninin kalanında da sürdüren 20. yüzyılın en büyük entelektüel figürlerinden birinin yolunun öğretmenlik mesleğiyle kesiştiğini bilmek, 21. yüzyıl öğretmenleri açısından dikkatle değerlendirilmesi gereken bir kazanç olarak öne çıkmaktadır.