Pandemi sonrası şiirin saatinin tıkır tıkır işlemediği bir dünyadayız. Birileri çıkıp son otuz yıldır böyleydi derse, ona itiraz edilebilir. Şimdiki "üzerine ölü toprağı atılmış" ortama kıyasla 2000'ler ya da 2010'lar şiiri tartışmalarını doğuran fiziksel ya da dijital agora çok uzak bir hatıra sayılmaz. Her dönem kendinden öncekini aratır.
Ancak şimdi çok daha iyi biliyoruz ki "ölü toprağı altında" kısa kesik, aritmik kıpırtılarla şiir de şair de özgün ses arayışını yeni bir mecraya akıtmak zorunda. Bir diğer deyişle şiir, kendi iddiasının sınırları ışığında, insanın seyrini resmedecek ya da ona yön gösterecek. Dilimizin ucuna kadar gelen bir üçüncü seçenek daha var ki, onu zikretmemeyi tercih ediyoruz. Çünkü, her şartta ve her dar koridorda şiire inanıyoruz.
Bittabi bu inancımız sebepsiz değil. Arada sırada bir yerlerden bir ses gelir, şiirin ve şairin bu zorlu yolculuğunun hâlâ var olabildiğine bizi ikna eden. Aslına bakarsanız Ekim 2020'de Türkçedeki ilk şiir kitabı Azalma Vakti'ni okuyucularıyla buluşturan ve 2022'nin Haziran ayında Yanık Bal Kokusu ile serüvenine kaldığı yerden devam eden Ayşe Şafak Kanca da bu sakin ve derinden sese talip olan şairlerden biri.
Yanık Bal Kokusu, pandemi sonrası şiirin ne'liği ve serüvenine ilişkin bir şerh düştüğü gibi, şairin söyleyişini bir önceki kitabı Azalma Vakti'ndekine kıyasla nesnelere, insana, onun tüm boyut ve desenlerine dair artık daha derli toplu, iyi demlenmiş sesler çıkartmayı başaran bir enstrüman gibi değerlendirmek konusunda da bizi ayık kılıyor.
Diğer yandan, "Pandemi sonrası şiir nasıl var olacak?" sorusuna, "insanın iç dünyası" ve daha çok "imge" cevabı verecekler için hiç de yeknesak olmayan bir tutamak vaat ediyor Yanık Bal Kokusu.
İMGEYE ORİJİNAL GÜCÜNÜN İADE EDİLMESİ
Bu tezin yansımalarını – şairin iç ve dış dünya arasında bir örümcek gibi mekik dokuması, bunu yaparken yeniden imgenin güçlü kollarına dönmesi gibi, eserin birçok yerinde izleyebiliyoruz. Uzun yıllardır şiire emek vermekle birlikte, bu poetik emeğinin somut ürünleriyle daha ziyade son yıllarda müşerref olduğumuz Kanca, "imge ile dansına" şöyle başlıyor:
"yaşam atlastan daha güçlü/ bir balon gibi şişiyordu içimde/ oysa bu orman çok fenaymış/ geyik olmaya anladım/ ve fena kırmızı gelincikler açtım/ o vakit söküldüğümdü toprağımdan" ("Çitlembik Karası", s. 11). İyi bir şiir okuyucusunu, kulağına çarpar çarpmaz ikna etmeye yetecek dizelerden bahsediyoruz.
Bu vaat, imgenin diğer ustalıklı kullanım örnekleriyle de pekişiyor. "Yapyalnız Mavi"deki (s. 13), "yer altından ödünç üç başlı yüzümü yıkıp/ nefessiz, çaresiz, buz gibi yakan/ en nadir misketlerimle uzak maviye/ kırılacağım" ve "karamelize keçimi siyaha kaybettim renklerimde" ("Hayır Olmasın", s. 54) benzer örnekler. Görüldüğü üzere bazen içbükey, bazense dışbükey olabilmeyi başaran bu zarif dilin inşası, eserin sonrası için de çok şey vaat ediyor. Olup bitene imgeye orijinal gücünün iade edilmesi ya da sessiz, sakin ve derinden bir inşa faaliyeti de diyebiliriz. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Kanca'nın şiiri, imgenin kaslarının kaldığı yerden çalışmaya devam etmesi ve "ölü toprağı öncesi" döneme başarıyla eklemlenmesi anlamına geliyor.
İmgedeki bu atılıma paralel olarak bütün kitap boyunca, "insanın kendi içine" dönüşünün en ince dizelerle ifade edilişine de şahit oluyoruz ki, bu da eserin bir başka güçlü yanını oluşturuyor. Özellikle Yapyalnız Mavi bölümü bu dizelere daha çok ev sahipliği yapıyor diyebiliriz:
"bir süre daha/ yıldızlar görüp/ uçuşlar deneyeceğim" ("Sazanın Şarkısı", s. 20); "toksik mavi bir bulutla/ soldan yürüyorum" ("REM", s. 21); "yenik düştüm rüyalarıma/ beni kırmızı güller açıyor şimdi!" ("Cancağızım Nafile", s. 26).
"Kaosuma Münhasır" ve "Siyahlar Giyen Kadınlar" gibi bütünlük arz eden şiir kümelerini de bu gözle okumak gerekiyor. Bu şiirler özelinde bir hikâyenin parçaları olan [bazen dışa, bazen şairin içine birer ilmek atan] bir yapıdan söz edebiliyoruz. Şair; hem "kuşkularımı üzüm bağlarına yaktım" ve "pençendeki karanlık hayvana say beni" ("Her Cennete Bir Cinnet", s. 22) diyen sesin sahibi, hem de "çatlamasın diye kadınlar/ bir ucunu kanla tutuştururlar dünyanın" ("Kan ve Barut", s. 30) diyen sesin.
Burada ikili yapının ustaca kurulduğu açık ki, bu da eserin sürekliliğine paha biçilemez bir katkı sağlıyor. Nitekim, "her gece, kendimizden geçtiğimizde/ senden de geçiyoruz dünya" ("Yanık Bal Kokusu", s. 28) dizeleri tüm bu çabanın doğrudan temsil edildiği dizeler.
ŞİİRDE ALTIN ORAN TUTTURABİLMEK
Peki Yanık Bal Kokusu'nun hiç handikabı yok mu? Elbette var. Bir; şiirin takatten düştüğü yerler. Her ne kadar iyi şiirleri içerse de, özellikle Melekler Bilir bölümünün açıkça takatten düştüğünü ifade edebiliriz. İkincisi ise içbükey & dışbükey dengesinin başarıyla tesis edilemediği geçişler. Bir diğer deyişle, şairin tamamen iç dünyasına gömüldüğü ve oradan kafasını kaldıramadığı yerlerde imgelerin gücünü yitirdiğini görüyoruz. Oysaki, bu mekik dokuma biteviye bir hareket olarak kurgulansaydı çok daha başarılı olurdu diyebiliyoruz.
"ben/ deniz, çığlıklı etlerim, votka ve portakala/ kanarken ama kimseler görmezken bizi/ ağrıyan yerlerime çamur sürüyorum" ("Daha Kaç Eylül", s. 38). Buraya kadar her şey gayet iyi, peki ya sonra? Devam ediyoruz: "zehrini almaya ihanetlerin/ içimde her şeye rağmen sıcak bir kış telaşı/ gözlerim karana vurmuş yorgun yosunlar/ geriye uygun hatıramda/ düşüyorum gözlerimden/ tek bir sus kalmayıncaya kadar".
Ya da, "Opak ellerini topluyorum elbisemden/ soğuk dokunuşlar sonsuzaylarda/ başucumda camelsoft radyasyon" ("Kaosuma Münhasır", s. 23). En güçlü yan bir anda en zayıf yana dönüşüyor. Şiir takatten kesiliyor. Ya da bazı imgeler; eserin tamamında tutturulmuş imge kalitesinde ciddi anlamda irtifa kaybediyor: "kontrbasta çok sesli sevişlerimiz/ figürlerimiz örümcek ağına tutsak/ dinimizden kıyımıza vuran yasaklı cümleler/ ve huzursuz çalgılar" ("Daha Kaç Eylül", s. 38). Bazı şiirler keskin bir poetik ekonomiye tabi tutulabilir ya da eleştirel bir gözle dosya dışında bırakılabilirdi. Ancak altın oran tutturulduğunda Kanca'nın şiirleri yeniden güçlü sesine kavuşuyor.
HATIRDA KALAN BİR ŞARKI SÖYLEMEK
Peki tüm bu olan biten ışığında Yanık Bal Kokusu'nu nereye konumlandırmak gerekiyor?
Bu vesileyle büyük ikon Nilgün Marmara'ya adadığı "Karga Sıkıntısı" isimli şiirini tamamlarken sorduğu soru kendisine yöneltilebilir: "Sessizce oturuyoruz seninle karşılıklı/ Nasıl şarkı söylüyordun?" (s. 48).
Neresinden baksak verilecek cevap tatminkârdır: Kanca, eser boyunca hatırda kalıcı bir şarkı söyleme üslubunu okuyucuyla buluşturmayı başarmıştır. Bu yönüyle hata ve sevaplarıyla sonuna dek özgündür.
Dahası pandemi sonrası yeniden güçlü bir şiir mümkün olacaksa eğer – bu şiir önemli ölçüde Kanca'nın da konumlandığı yerden söylediği sesleri de içerecek şekilde örülecektir. Bu da Yanık Bal Kokusu'nun ve elbette Kanca'nın açıkça başarısıdır. Yanık Bal Kokusu ölü toprağının silkelendiği ve imgenin kaslarının kaldığı yerden çalıştırıldığı bu dönemde yerini ayırtmıştır.
Dediğimiz gibi Kanca, eserin bütününde, nicedir küçümsenen "imge"ye kan pompalamak konusunda oldukça mahir ve ustalıklı bir atak yapıyor. Sadece bunu başarması bile Yanık Bal Kokusu'nu ayrıcalıklı kılıyor.
(Ayşe Şafak Kanca, Azalma Vakti, Şiir, İstanbul: Hayal Yayınları 2020, 88 s.; Yanık Bal Kokusu, Şiir, İstanbul: Anima Yayınları 2022, 72 s.)