Hayatımızın en eğlenceli anları olan çocukluk anılarımızı yaş ilerledikçe unutuyoruz. Ancak bilimsel olarak, her yeni bilginin aklımızda kalabilmesi için geçmişin mecburen silinmesi gerekiyormuş. Fakat öyle anılarımız vardır ki unutulmaz. Unutulamaz. Anılarımızda birkaç kare fotoğraftan ibaret olsa bile hep o günkü canlılığıyla kalır aklımızda. Çocukluğumla ilgili unutamadığım birçok hikâye vardır. Mesela, dürüstçe söylemek gerekirse, okul yıllarım iniş çıkışlarla doludur. "Bize ne senin hayatından," diyebilirsiniz; amacım kendimi ne övmek, ne de yermektir. Amacım sizlere geçmişten birkaç kare hatırlatmak sadece. "Evet, doğru söylüyor! Ben de benzerini yaşamıştım," dediğiniz anda amacıma ulaşmış olurum. Dediğim gibi, niyetim, yaşantımdan kareler yazarak geçmişinizi hatırlatıp moralinizi altüst etmek değil; birkaç konudan bahsedip sizin de unuttuğunuz çocukluk yıllarınızı hatırlatmak ve sizlerle aynı duyguyu paylaşabilmek. Kendi adıma söylemem gerekirse, hata, pişmanlık, başarısızlık gibi kendimi kötü hissetmeme neden olabilecek anılarımla yüzleştiğimde, her defasında acı acı gülerim.
Öğretmen bir babanım çocuğuydum. Herkes bunun bir avantaj olduğunu sanır. Oysaki hiç de öyle değildir. Verilen eğitimi almakta inat eden, sorunlu öğrencilere kesilmesi gereken faturaların bedelinin tamamını hep ben ödedim. Anlaşılmaz ve tuhaf bir şekilde. Hem de son kuruşuna kadar. Bir öğretmen babanın öğrencilerinden çok, çocuğuna eğitimde yardımcı olduğunu sananlar da bir o kadar yanılır. Dolayısıyla öğretmen çocuklarının başarısını kıskanan bir çocuğun, "Tabii ki başarılı olacak, babası öğretmen," sözü düpedüz bir yanılgıdır. Akşama kadar öğrencileriyle cebelleşen bir babanın hayal kırıklığı içinde en yakını olan çocuğuna söylediği tek şey, "Dersine çalış oğlum"dan başka bir şey olamaz. Sorun da burada başlar. Bu emir kipi çocuğu bunaltır. Sadece ders çalışarak günlerini geçiren bir öğrencinin, derslerden artakalan zamanlarını da oyun yerine tekrar ders çalışmaya adaması kadar sıkıcı bir şey olamaz. Her neyse... İlk başlarda daima babamın sözlerine sadık kalmıştım. Sebeplerim var. Açıklayamam. Ama her şey tabii ki bir yere kadar.
Ergenlik döneminde ise "ders çalış!" komutu, direnişimden dolayı benim için, sonuç olarak da babam için herhangi bir anlam ifade etmemeye başlamıştı. "Nasıl anlıyordun?" diye sorarsanız; gayet basit. Bakışlarından. Kedi ile köpek zıtlaşmasını andıran bu kapışmada babamın pes ederek arkasını dönüp giderken de içinden kıs kıs güldüğünü tahmin edebiliyordum. Çünkü her şeye rağmen notlarımdan dolayı benimle gurur duyuyor, vicdanını sorgularken bir öğrenci olarak gerekeni yaptığımı bildiğini, buna rağmen "Neden ders çalış diye çocuğa ısrar ediyorum ki," diye de kendi kendini sorguladığını biliyordum. Kendi tarafımdan bakacak olursam, babamın "ders çalış" komutunun beni çalışmaya sevk etmediğini, aksine çocukluğumdan çok şey götürdüğünü biliyordum. Öyle ki kaçamak oyunlarımdan bile zevk alamamaya başlamıştım. Çünkü her an, oyun oynarken babama yakalanabilir, mecburen oyunumu en zevkli yeri olan yerinde, yani yarısında bırakmak zorunda kalabilirdim.
Bir çocuğu oyundan alıkoymak, basit bir hamle olarak gelebilir ebeveynlere. Oysa bir çocuk için hayatı yarıda sonlandırmak kadar keder vericidir bu durum. Futbol topunun peşinde koşarken tüm rakiplerini tek tek çalımlayarak onları çaresiz bırakabilmek, yenilme duygusunu onlara tattırabilmek; tersinden bakılacak olursa, kazanmayı becermek gibi başarı elde etmenin, teorinin pratiğe dönüştürülebilmesidir aslında. Yarım kalan futbol maçının sebebi olarak hafızalarda kalan öğretici konumundaki babaya isyan da işte o anda başlar: "Onlar dersini çalışmıyorsa benim suçum ne baba!" Ama bu savunmayı gerçekte hiçbir zaman babama söyleyemedim, tepkimi hep farklı şekilde ortaya koydum. Çalışır gibi yapıp kitabın arasında saklayarak, babamın hiç sevmediği Kemalettin Tuğcu'nun kitabını okumak, kitapçılardan kiralık alınan Teksas-Tommiks ve Türkçe versiyonu olan Yüzbaşı Volkan adlı çizgi romanı resimleriyle birlikte içime sindire sindire bakmak ve okumaktı tepkim. Abimin üst sınıfta okuduğu derslerin kitaplarını okuyarak gelecek yıllara hazırlık yapar, bana çalış denmeden iyi not alabilmek için hiç bilmediğim konuları tek başıma anlamaya çalışmak gibi alakasız işlerle uğraşırdım. Ders kitaplarına karşı babamdan dolayı gelişen antipatinin, içimde kocaman bir canavar haline geldiğini hissediyordum. Bazen isyan bayrağını başkaldırarak değil, numaradan ders çalışır gibi yapıp uyuklayarak geçiştirirdim. Bir çocuğun isyanı da ancak bu kadar olabilirdi zaten. Başka isyan şekli varsa ve sonuç verdiyse, bana da anlatın lütfen. Belki benim de unuttuğum bir kareyi siz hatırlatmış olursunuz.
Aslında iyi bir öğrenciydim. Tüm derslerde gözüm ya karatahtayı süzmekle geçer ya da öğretmenimle devamlı göz teması halinde olurdum. Başka öğrencilere bakarken onların konuyu anlayıp anlamadıklarını sezmeye çalışan öğretmenlerimin bana bakışı hep farklı olurdu. Onların bakışlarında inişli çıkışlı ders notlarımın sebebini anlamaya çalıştıklarını, bu denli dersini dikkatle dinleyen bir öğrencinin bazen neden zayıf not aldığını çözmeye, anlamaya çalıştığını da sezinliyordum. Bu tavırlarıyla maalesef çoğu benden sıfır not almıştı. Ancak birkaçı diyebilecek kadar öğretmenim çözebilmişti beni. Doğrusunu söylemek gerekirse öğretmenlerim ters köşe yapacağına, ben onlardan önce davranır, hepsini ters köşe yapardım. Sınav notlarımın üzerine tez bile yazılabilirdi; ama benimle konuşmak şartıyla. Beni anlatmaya ikna etmediğiniz sürece bu tezde sonuca ulaşamayabilirdiniz. Konusu ve sonucu olmayan tez de bir işe yaramayacağına göre... Tabii ki ikna etmeniz şartıyla. Yüksek not aldığımda kopyacı muamelesi görür, sınav sonrası kendini hafiye olarak gören öğretmenlerin tüm sorularını cevaplayarak onları bir kez daha terse yatırırdım. Her sınav sonrası oynanacak bu oyunu sevmiştim.
Sınav sonrası ilk dersin ilk dakikalarında, "Oğlum tahtaya çık," emrini duyduğumda biraz utangaç, biraz da sorulacak soruları harfiyen cevaplayacağımı bilmenin rahatlığıyla karatahtanın önünde elleri bağlı ve hazır ol vaziyetinde ilk soruyu beklerdim. Okul birinciliklerim ve kırık notlarım arasında doğrusal bir orantı vardı. Herhangi bir eğitim yılını kazasız belasız geçirdiğimi hatırlamam.
Ben sadece öğretmenlerimi değil, herkesi şaşırtmasını becerebiliyordum. Arkadaşlarımı, ailemi, annemi ve babamı... Ama öyle bir anım var ki... Sınıfta bana o lanet anı yaşatan, küçük düşüren, yüreğimde büyük yaralar açan ve gururumu olabildiğince inciten bir olayı ve olayın kahramanı bir kızın bana yaşattıklarını sizlerle mutlaka paylaşmalıyım. Uzun yıllar geçti ve ben halen bu kızın peşindeyim. Ona hiç ulaşamadım. Tüm sosyal medyada ve Googleda ismini tuşlayarak devamlı arayıp tarıyorum; bugüne kadar da bulamadım. Biraz kaba bir hareket olacak ama isim vermem gerekir: İsmi Ayşegül Karaemin'di. Evlendiğinde soy ismi değişmiş olma ihtimalini de göz önünde bulundurarak farklı soyadlarını tuşlayarak onu bulmaya çalıştıysam da mümkün olmadı. Eğer çevrenizde böyle birini tanıyorsanız bana bildirmenizi, ne yapıp ettiği konusunda önemli havadislerinizi dört gözle bekliyorum.
Okuduğunu çabuk kavrayabilen bir öğrenci sayılırdım. Benim öğrencilik yıllarımda ev ödevlerinin önemli bir kısmını yeni başlayacağımız konuyu ya da üniteyi çalışmak oluştururdu. Takip eden ilk derste öğretmenimizin hışımla sınıfa girişinden başımıza neler geleceğini anlardık. O andan sonra görevim başlardı. Ben dahil sınıfın tamamının yeni konuyu çalışmadığını en ön sıradan başlamak üzere sağım solum ve arkamdaki öğrencilerin bana yönelen ve yalvarır gibi bakışlarından hemen anlardım. "Yoklama bitinceye kadar yeni konuyu ezberle Levent," talimatını almış ve konuyu ezberlemeye başlamış olurdum. Tek ihtiyacım olan şeyse sessizlikti, onu da hiçbir öğrenci bozmazdı. Ben konuyu ezbere tahtada anlatamadığım sürece hepimizin hali haraptı. Öğretmenimiz sınıf yoklaması esnasında her ismi okuduktan sonra kafasını kaldırıp "burada" diye cevaplayanı süzüyordu. Ben ise feda denilebilecek bir kutsal görevi yerine getirebilmek için sayfaları hızlıca gözden geçirirken olabildiğince kelimenin hafızamda kalmasını sağlayacak kadar aklıma yerleştirmeye çalışıyordum. Öğretmenimiz, "Yeni üniteye çalışan var mı?" dediğinde, mutlaka el kaldıran bir kişinin olmasını beklerdi. Hiç kimse el kaldırmadığında ise tüm sınıf için felaket başlardı. Arka sıra ya da ön sıradan başlayarak, "Otur, bir! Otur, bir!" diye diye hepimize zayıf notu basardı. İstisnasız bir kişi dahi olsa dersine çalışanın olması tüm sınıfı kurtarırdı. O kişi hep ben olurdum. Nedenini bilemiyorum. Sınıfın en kısa boylu, yaşça en küçüğü, buna rağmen kilolu bireyi olarak sahneyi ben almak zorunda kalırdım. Öğretmenin, "Yeni üniteyi anlatacak kimse var mı?" sorusuna hemen el kaldırır ve karatahtanın önünde gösteriye başlardım.
Bir defasında talihsiz bir olay yaşamıştım. En son futbol oynarken topa vuracağım diye ayağımı yere vurmuş, sağ ayakkabımın burnunu yırtmıştım. O andan itibaren sağ ayak başparmağım dışarı çıkacak şekilde dolaşmaya başlamıştım. Aslında pek önemsememiştim, ama o kahrolası Ayşegül önemsemişti. Kısacık zaman diliminde göz gezdirerek hafızama aldığım konuyu anlatırken, Ayşegül'ün gözlerini yırtık ayakkabımın ucundaki başparmağıma kilitlenmişti; "ne kadar çalışkan olursan ol, ne yaparsan yap, ayakkabın yırtık" anlamındaki o manidar bakışını unutamam. Rengimin sararmaya başladığını, konuşurken terlediğimi gören öğretmenimizin, "Hasta mısın yoksa oğlum," diye sevecen seslenişi bile kendimi iyi hissetmemi sağlayamamıştı. Ezildim, büzüldüm, horlandım, yoruldum, isyan ettim, yüreğimde depremler oldu, için için ağladım. Yaşadığım o an çocukluk gururumun incindiği ve hiç unutamadığım bir kare olarak kaldı aklımda.
Hayatını yokluk içinde yaşayan, parayı mal olarak gören, paranın gücüne sığınan, sonradan görme ahlaksızlardan tek isteğim var: Böyle bir durumla karşılaştığınızda asla hor görmeyin.
Ayşegül son sözüm sana: Senin de bir gün beni anlayabileceğini hayal ederek büyüdüm. Bazen sana kızdım, bazen ayakkabım hemen yırtılmasın diye futbol oynamama karşı çıkan babama neden uymadığım için kendime kızdım. Hep gelgitler yaşadım bu olayla ilgili.
Şu an nerede, ne yapıyorsun bilemiyorum. Belki yırtık ayakkabılı bir çocuğa sahipsin. Umarım ki öyle değildir. Belki de evinde yüzlerce ayakkabısı olan sosyete bir kadın. Umarım ki böyle de olmamıştır. Neden için için ağlayan gözlerime değil de, yırtık ayakkabımı dikizleyerek baktın be kadın?