TEFRİKAHaber Girişi : 03 Aralık 2024 02:44

Sarı dolmuşlar

Sarı dolmuşlar
Levent Yetkin'in 'Beyoğlu - İstiklal Öyküleri' kitabının ilk öyküsü 'Yalnızlıktan Kaçış', ikinci bölümüyle devam ediyor.

BEYOĞLU – İSTİKLAL ÖYKÜLERİ

 

YALNIZLIKTAN KAÇIŞ–2: SARI DOLMUŞLAR

 

Minibüs durağına ulaştığımda bu kez olağandışı bir hareketlilik yoktu. Güne bir koşturmacayla başladığını sandığım şoförümüzde yorgunluk belirtileri görmüştüm. Ellerini birleştirip dirsekleriyle direksiyonun üzerine abanmış, ne yapacağını bilemez vaziyette bir şeyler düşünüyordu. Avucunda tuttuğu bozuk paraları, küçük dört gözlü, üstü açık, tahtadan yapılmış kasasında gruplandırdı: Para sesi çınladı minibüsün içinde. Sol tarafındaki kapının gözünden bir tomar beşlik, onluk ve yirmiliklerden oluşan kâğıt paralar çıkararak parayı saydı. Son yolcu bindiğinde ise dikiz aynasından gözleriyle minibüsün koltuklarını tarayarak boş koltuk kalıp kalmadığını kontrol etti.

 

Hemen arkamdaki yolcu, "Neyi bekliyoruz kaptan? Gidelim artık," diye seslendiğinde ise, yolcunun sarf ettiği bu cümlenin emir mi, yoksa niyet mi olduğunu yüz ifadesinden anlamaya çalıştı. Belli ki biraz daha bekleyecekti. "Evet, artık gitme vaktimiz geldi," diyerek biraz geç de olsa yolcuyu onayladı. "Buranın patronu benim, ben ne istersem o olur," demek istiyordu galiba. Zaten minibüs dolmuştu. Susarak kaptanın hâkimiyetini kabul etmiştik. Böyle anlarda kaptanın egosunu tatmin etmesine yardımcı olmak, bizler için bir vazife ve zorunluluktur.

 

Aslında şoförümüz oldukça sakin görünüyordu. Şimdilik onu sinirlendirecek herhangi bir şey yoktu. Araç yoğun trafikte hareket edemiyordu. Bu durum İstanbul trafiğine çıkan herkesin kaderidir; böyle anlarda her şey sessizliğe gömülür. Ama bu kez bu sessizlik oldukça sıkılmama neden olmuştu, oysaki Taksim'e ulaşabilmenin tek yolu hareketten geçiyordu. Hareket ise, aniden yükselen bir motor sesi gürültüsü demektir. Şoförün yoğun trafikte ilerlemesi bu haliyle mümkün değil. Ancak bu durum olduğumuz yerde çakılı kalacağımız anlamına gelmemeli. Böylesi anlarda şoförün her aracı birer birer sollayıp bir öne geçebilmek için yapacağı manevralar, ani vites değişikliği gerektirir. Vites değişikliği önce ani bir gaz, sonra da ani bir fren sesini getirir; bu seslere ve harekete tanık olmamız trafikte diğer araçlardan daha hızlı hareket ettiğimiz anlamına gelirdi.

 

 

Şoför, telefonun öteki ucundaki sese sordu:

"Köprü nasıl abi?"

Şoförün hemen gerisinde oturan kadın, başını uzatarak cevapladı: "Köprü yeşil!"

"Yeşili çok severim be abla!" diye seslendi şoför. "Kim sevmez ki yeşili, hele memlekete giderken Ünye'den sonrası yok mu? Tek kelimeyle harikadır."

"Ben o yeşilden bahsetmedim. Trafik açık, köprüde trafik yok yani demek istedim."

"Nerden biliyorsun? Müneccim misin be abla!"

"Yok, falda çıktı! Ne diyorsun ayol?" Konuşmasına devam etti: "İnternetten baktım."

"Ben internetten falan anlamam abla. Köprü açıkmış desen ya bana; o zaman anlardım."

"Kısaca biz böyle söyleriz," dedi kadın. "Yol durumu ya sarı olur, ya yeşil, ya da kırmızı."

"Haaaa!" dedi şoför. "Yeşil ve sarı tamam da kırmızıdan nefret ederim. Bir tek bayraktaki kırmızıyı severim."

"O da güzel," dedi bir başkası.

 

Minibüs sağlı sollu manevralarla ilerliyordu. "Ne iyi etmişim de minibüsü tercih etmişim," diye kendimle övündüm.

Sırasıyla herkes, azıcık da olsa bir çift laf etmişti. Solumda oturan ellili yaşlardaki uyuyan adam hariç bir tek ben susmuştum. Sadece dinledim. Ancak soru sormak gerekirse konuşmayı düşünebilirdim.

Minibüsün en arka koltuğunda oturuyordum. Solumdaki adam minibüsün hareketlenmesiyle birlikte yine uyuklamaya başlamıştı. Uyuyup uyumadığını pek anlayamadım.

 

Minibüse ilk bindiğimizde, herkes haddini bilerek yanındakini rahatsız etmeyecek şekilde oturduğu için son derece rahat oturuyordum. Koltuğumda sıkışmaya başladığımı fark ettim.
Kimin daha fazla yer kapladığını sağımı solumu kontrol ederek göz kararı anlamaya çalıştığımda, sol yanımdaki adamın daha fazla yer kapladığını fark ettim. Sola doğru ani bir kalça hareketi yaparak onu rahatsız ettim. Gözlerini zorlayarak açtı, neler olduğunu anlamaya çalıştı. Oturuş şeklini değiştirip tekrar gözlerini kapadı. Anlamıştım: Tilki bayıltması yapıyordu.

 

Sağ tarafımda ise genç bir çift oturuyordu. Devamlı fısıldaşıyorlardı. Ne anlattıklarını merak etmiştim, onlara doğru hafifçe eğilip daha yakından dinlemeye çalıştım; konuşmalarından hiçbir şey anlayamadım. Demek ki hiç kimsenin duymasını istemedikleri konulardan bahsediyorlardı. Genç kız aniden erkek arkadaşının yanağına abartılı ve sesli bir öpücük kondurdu. Bu kocaman öpücük sessizliği bozmuştu. Öpücük sesinin yüksekliği ve tarzı, bunun bir ödül öpücüğü olduğunu düşündürttü bana. Ön koltukta oturan üç kişi ani bir hareketle arkasına döndü, merakla 'neler oluyor arka koltukta' diye bakanlar birbirlerine bakarak gülüşüp tekrar önlerine döndüler. İki kel kafalı ve saçı meçli olan bir kadın, bu öpücükle ilgili bir şeyler konuştular aralarında.

"Çok ayıp ama!" dedi birisi.

"İçinden geldiği gibi davrandı. Ne olacak ki bir öpücükle?" diye cevapladı kadın.

 

Fenerbahçe stadının yanına geldiğimizde ücret ödeme faslı başlamıştı.

Bir genç kız, "Ne kadar?" diye seslendi.

"Üç lira hanımefendi," dedi şoför.

En arka koltuktaki grubumuz arasında da para alışverişi oldu. Yol ücreti olarak yirmi lira hazırlamıştım. İlk parayı vermeye hazırlanan kişi genelde bu işi organize etmek zorunda kalır. Paramı iletmeye çalıştığımı fark ettikleri anda kendi ücretlerini de göndermem için herkes parasını bana uzattı.

Sol tarafımdaki adam, elime, "Bir kişi!" diyerek üç lira tutuşturdu. Sağ yanımdaki genç kız ise, "İki kişi!" diyerek on lira uzattı. Bana uzatılan bu paraları tek tek, bir önümdeki kişiye ileri göndermesini söyleyip işin içinden sıyrılmak varken sorumluluğu üzerime alıp, arka koltukta oturanların hesap işini de tek elde tamamlayıp göndermek istedim.

Genç kıza, "Bir liranız var mı?" dedim.

"Olması lazım," dedi.

Çantasının fermuarını yavaşça ve dikkatlice açtı, sağ eliyle çantasını karıştırdı. Cüzdanını el yordamıyla ararken bulamamıştı. Çantasının ağzını iyice araladı, kafasını içine soktu. İlk arayış başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Çantayı dizine oturttu iyice, sağ elini içine doğru tekrar saldı. Eliyle onlarca kez tur attırdıktan sonra cüzdanını çıkardı. İçinden bir lira uzattı, "Buyurun," dedi yüzü kızararak. Kadınlar, çantalarında bir şeyler ararken bunun uzun sürmesi durumunda nedense hep mahcup olurlar.

Ben ise genç kıza ceplerimi karıştırarak bulduğum beş lirayı verdim.

Elimdeki yirmi lirayı bir öndeki kel adama seslenerek uzattım:

"Dört kişi uzatır mısınız?"

"Neresi?" diye sordu.

"Taksim," dedim.

Sekiz lira para üstü geldi. Küçük bir hesap daha yapmak zorunda kaldım. Gelen paranın üstüne elimdeki paraları da ilave ettiğimde hesabım doğruydu. Bunca karışık hesaplaşmadan sonra para alışverişimizin benim için kayıpsız neticelenmesi beni mutlu etmişti. Çünkü en büyük para, benim paramdı. Minibüste verilen büyük paralar her zaman risklidir, bugün de en büyük risk bendeydi. Para üstünün başkasının cebine girdiğine dair çok hikâye duymuştum, siz de buna birçok kez tanık olmuşsunuzdur. Bir süre parayı cebime koyamadım, elimde tuttum; çünkü arka dörtlüdeki para alışverişi ve hesaplaşma uzun sürmüştü. İtiraz edebilirlerdi ve bu itiraza elimdeki parayı göstererek anında cevap verebilirdim.


(Devam edecek.)

 

Levent Yetkin

 

 

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.