Sanat, hiçbir zaman dünyanın olumlu ya da olumsuz görünümlerinin mekanik bir yansıması olmamış, o daha çok dünyanın özelliklerini abartarak yansıtan bir illüzyon, bir ayna olmuştur. Duyarsızlığa mahkûm edilmiş bir evrende sanat, bu duyarsızlığa duyarsızlı
Günümüzde resim sanatından söz etme konusunda çekilen büyük sıkıntının nedeni, ortada resim adına görülebilecek bir şeyler bulma konusunda çekilen sıkıntıdır. Çünkü sanat denilen şeyin çoğu zaman artık bakılmak değil, görsel anlamda tüketilip yok edilmek ve orada burada hiçbir iz bırakmadan sergilenmek amacıyla üretilen bir şeye benzediği söylenebilir.
Bir bakıma sanat, sürdürülmesi olanaksız bir hale gelen değiş tokuş sürecinin basit bir estetik ifadesidir. Bu açıdan sanatı en güzel şekilde dile getirebilecek söylev, sanat hakkında söyleyecek hiçbir şeyi olmayandır.
Sanat, nesne özelliklerine sahip olmayan bir nesneye benzetilebilir. Oysa bir nesnenin özelliklerine sahip olmayan bir nesne, olmayan bir nesne değildir; böyle bir şey, kafanızdan hiç atamadığınız, anlamsız ve inandırıcılıktan yoksun bir saplantıya benzetilebilir.
Asıl sorun, bu hiçbir şeye benzemeyen, bomboş, hiçbir anlama sahip olmayan şeyin nasıl ifade edildiği; o bomboş duyarsızlık evreninde bu anlamsızlığın zaman içinde bıraktığı izlerin nasıl sürülebildiği ve oyunun duyarsızlık evrenine özgü gizemli kurallara göre nasıl oynanabildiğidir.
Sanat, hiçbir zaman dünyanın olumlu ya da olumsuz görünümlerinin mekanik bir yansıması olmamış, o daha çok dünyanın özelliklerini abartarak yansıtan bir illüzyon, bir ayna olmuştur. Duyarsızlığa mahkûm edilmiş bir evrende sanat, bu duyarsızlığa duyarsızlık katmaktan başka bir şey yapamaz. Anlamsız imgelere, nesne olmayan nesnelere benzemekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Keza, Wenders, Jarmush, Antonioni, Altman, Godard, Warhol gibi "auteur" yönetmenler yaptıkları filmlerle bu anlamsız dünyayı sorgulamakta ve anlamsız bir dünyanın daha da anlamsızlaştırılmasına katkıda bulunmaktadırlar.
Bunlar bizi anlamsız bir dünyanın gerçek ya da hiper-gerçek bir yer olduğuna inandırmaya çalışırken; Scorsese ve Greenaway?ın barok ve high-tech numaralar sergiledikleri son filmlerinde hiçbir anlama sahip olmayan imgelere çılgın bir hareketlilik kazandırarak ve değişik eğilimleri bir araya getirerek yitirdiğimiz düş gücünü daha da zayıflatmaktan başka bir şey yapmadıkları görülmektedir. Tıpkı simülakrları gerçeğin kendisi sanan şu New Yorklu Simülasyonistlerin aslında resmi bir simülakr, kendi kendisine meydan okuyan bir makine sanmaları gibi.
Bad Painting, New Painting, değişik enstalasyon ve performans örneklerinde görüldüğü üzere resim sanatı kendi varlığını yadsımakta, kendi kendisiyle dalga geçmekte, resim kusmaktadır. Resim sanatı plastik, cam ve buzdan dışkılar üretmektedir. Çöplerle sergiler açmakta, onları ölümsüz kılmaya çalışmaktadır. İnsanın bunlara bakası bile gelmemektedir. Bütün bunlara bakılmak istenilmemesinin nedeniyse artık resme duyulan ilginin yitirilmiş olmasıdır. İlgilenmediğiniz bir şeye karşı tamamen duyarsız kalabilirsiniz. Bu resim sanatının artık ne resimle, ne sanatla, ne de gerçekten daha etkileyici bir illüzyon duygusu üretimiyle hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Resim sanatı artık bir illüzyon sanatı olduğuna inanmadığından kendi kendinin simülasyonuna benzemekte ve aşağılanmaktadır.
BOMBOŞ İMGELER
Bütün sorun da zaten budur, yani simülasyon süreci ya tersine çevrilememekte ya da simülasyonun ötesine geçilememektedir. Bu, artık bizim için bir olay olma özelliğini yitirmiş ve günlük yaşantımızın sıradan bir parçası haline gelmiştir. Simülasyon denilen müstehcenlikle artık her gün karşılaşıyoruz. Kesinlikle nihilist bir yaşam biçimi sürdürmenin yanı sıra, bir başka beklenmedik olayın ortaya çıkmasını beklerken (sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi), bir yandan da kültürel açıdan bugüne kadar üretmiş olduğumuz tüm biçimleri hiç durmadan yinelemek gibi bir saçmalığı sürdürmek istiyoruz. Belki de gerçekten bir simülasyon sanatının bulunduğunu ve sunduğu her örnekte önce gösterip ardından yok ettiği dünyaya ait görüntülerle alay ettiğini kabul etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde sanatın, bugün olduğu gibi, kendi cesediyle oynamaktan başka bir şey yapamayacağı söylenebilir.
Gerçeklik giderek daha gerçekçi bir şekilde sunulur ve bu olay böyle sürdürülüp götürülürse, bunu düş gücümüzü harekete geçiremeyen bir simülasyon olarak nitelendirebiliriz. O yüzden her imgenin dünyanın gerçekliğinden bir şeyleri alıp götürmesi, her imgede dünyaya ait izlerden bazılarının silinmesi gerekmektedir, ancak bu iş gerçekliği yok etme boyutlarına getirilmemeli, gerçekliğe ait tüm göstergeler eksiksiz bir şekilde sunularak gerçeklik yok edilmemeli, yani gerçeklik konusunda bırakılan boşlukların düş gücü tarafından doldurulmasına izin verilmelidir. Sanat ve kandırmanın sahip oldukları bir sır varsa, o da budur. Sanat, aynı anda iki ayrı anlama sahip olabilme -hem çağdaş sanat, hem de klasik sanat bu özelliğe sahiptir-, dolayısıyla iki ayrı strateji güdebilme gibi bir özelliğe sahiptir. Bu özelliklerden biri dünyaya ve gerçekliğe ait tüm izleri yok etme içtepisi, diğeriyse sanatın dünyaya ve gerçekliğe ait izleri yok etmesini engelleme içtepisidir. Michaux?nun sözleriyle ifade edecek olursak, sanatçı: ?Tüm gücüyle dünyada iz bırakmama gibi temel bir iç tepiye karşı direnen kişidir."
Sanat artık imge düşmanı (ikonoklast) bir şeye dönüşmüştür. Modern imge düşmanlığı kendini imgeleri yok etme şeklinde değil, sınırsız sayıda bomboş, üstünde görülebilecek hiçbir şey olmayan imgeler üretmek şeklinde göstermektedir. Bunlar sözcüğün gerçek anlamında geride iz bırakmayan imgelerdir. Estetik açıdan üstünde bile durmaya değmeyecek şeyler olmakla birlikte kaybolup giden bir şeyleri anımsattıkları söylenebilir. Bir sırları varsa, o da budur. Simülasyon işte böyle bir sırra sahiptir. Gerçek dünya, simülasyonun başladığı yerde bitmekle kalmayıp bu aşamadan sonra gerçek dünya hakkında soru sormanın da bir anlamı kalmamaktadır.
Biraz kafa yorulduğunda Bizanslı ikonoklastların da (ikonlardan nefret edenler) aynı sorundan muzdarip oldukları görülmektedir. İkonolatrlar (ikonlara tapanlar) zeki insanlar olup Tanrı?yı şanına yakışır bir şekilde temsil eden resimler yaptıkları iddiasındaydılar. Oysa yaptıkları Tanrı?yı simüle eden resimler, gerçekte onun varlığı konusunda yapılan tartışmaların göz ardı edilmesine hizmet ediyorlardı. Üretilen her Tanrı imgesi onun varlığının sorgulanmasını engellemek amacıyla uydurulmuş bir bahaneye benziyordu. Aslında her imge, Tanrı diye bir varlığın olmadığını göstermeye yarıyordu. Tanrı'nın ölmüş olduğunu değil, ortadan kaybolmuş olduğunu, yani ortada yanıtlanması gereken bir soru olmadığını göstermeye yarıyordu. Tanrı'nın varlığı ya da yokluğu gibi bir sorun simülasyon yöntemiyle bir çözüme kavuşturulmuştu.
Ama burada Tanrı'nın imgelerin arkasına gizlenerek ortadan kaybolma gibi bir strateji güttüğü de söylenebilir. İmgelerin varlığından yararlanan Tanrı, geride iz bırakmama içtepisine boyun eğerek ortadan kaybolmuş olabilir. Böylelikle de kehanetin gerçekleştiği, yani bir simülasyon dünyasında daha doğrusu göstergenin en önemli işlevinin bir yandan gerçekliğin ortadan kaybolmasını sağlamak, diğer yandan da ortadan kaybolduğunu gizlemek olduğu bir dünyada yaşadığımız söylenebilir. Sanatın da bundan başka bir şey yapmadığı söylenebilir. Günümüzde iletişim araçları da aynı şeyi yapmaktadır. Zaten bu yüzden hepsi aynı sona mahkûmdurlar.
Bu çılgın imge üretim düzeninin arkasına saklanan bir şey var. Bu her yeri sarıp sarmalayan imgelerin ardına gizlenmeye çalışan şey, dünyadır. Bu belki de bir başka, yani alaycı bir yanılsama biçimidir. (Bu konuda aklımıza Canetti?nin hayvanlarla ilgili meseli geliyor: Her hayvanın içine insani özelliklere sahip, bizimle alay eden bir varlığın gizlendiğini düşünüyorum.)
Birtakım biçimler keşfederek, gerçekliğin elinden kurtularak, karşısına bir başka gerçeklik biçimi koyarak, aynanın arkasına geçerek, bir başka oyun ve oyun kuralı üreterek elde edilen yanılsama duygusunu üretebilmek artık olanaksız bir şeydir; çünkü imgeler, şeylerin yerini almaya başlamıştır. İmgeler artık gerçekliği yansıtan bir ayna değil, gerçekliğin yerini alıp onu hiper-gerçekliğe dönüştüren şeylerdir. İmge artık bir ekran üzerinden diğerine atlamaktan başka bir seçeneğe sahip değildir. Bundan böyle imgenin size düşletebileceği bir gerçeklik yoktur; çünkü imge gerçekliğin yerini almış olup artık ona üstünlük taslayabilmesi, biçimini değiştirebilmesi, başka bir görünüm kazandırabilmesi olanaksızdır; zira imge demek, sanal gerçeklik demektir. Sanal gerçeklik evreninde şeyler, bir bakıma kendilerini yansıtacak aynadan yoksun bırakılmış, kendi kendilerini yansıtan şeylere benziyor gibidirler.
Kendilerini yansıtacak bir aynadan yoksun bırakılan şeyler, sırlarını yitirerek kendi kendilerini yansıtmaya başlamışlardır. Bundan böyle bize bir illüzyon duygusu yaşatmaları olanaksızdır (zira illüzyon demek, sır demek, yani şeylerin kendi kendilerini yansıtabilme kapasitesinden yoksun olmaları, sahip oldukları görünümlerin değiştirilmesine izin vermeleri demektir). Burada şeyler sırlarını yitirmiş, çırılçıplak bir vaziyettedir, başka bir deyişle kendilerinden başka bir şeyi, daha doğrusu sanal bir gerçekliği tüm ayrıntılarıyla yansıtmaktan başka bir şey (bu işi büyük bir olasılıkla son teknolojik buluşlara özgü sayısal imgeler şeklinde yapmaktadırlar) yapamamaktadırlar. Şeyler artık yalnızca ekranlar üzerinde, daha doğrusu milyarlarca ekran üzerinde var olabildiklerinden, onların ortaya çıktığı bir yerde hem gerçeklik, hem de imge ortadan kaybolmaktadır.
XIX. ve XX. yüzyılda ortaya çıkan tüm ütopyalar gerçekleştirilirken aynı zamanda gerçekliğe de bir son verildiğinden, biz anlamsız bir hiper-gerçeklikle baş başa bırakıldık, çünkü gelecekle ilgili bütün perspektifler tüketildiğinden geriye derinlikten yoksun bir yüzeyden başka bir şey kalmadı. Sahip olabildiğimiz tek güç, belki de gerçeklikten geriye kalanları bölük pörçük bir şekilde bir araya getirebilen teknolojidir. Ama bu durumda anlamlı bulduğumuz ve etkisi altında kaldığımız şeylerin nereye gittiğini sormadan edemiyoruz. O anlamlı bulduğumuz sırlar dünyası nereye gitti?
Bu durumda o yüzeysel sanal ekranların yeniden canlandırma, estetik ve imgeye bir son verdiği söylenebilir. Burada ahlaksızca ve paradoksal görünmekle birlikte, belki de olumlu özellikler taşıyan bir sonuçtan söz edilebilir, çünkü teknolojik güç sayesinde illüzyon ve ütopya gerçeklik evreninden kovulurken, aynı anda aynı teknolojik güç, şeylere ironik bir görünüm kazandırmıştır. Dünyayla ilgili yeni düşler kuramamanın yol açtığı boşluk duygusu, sanki bu dünya tarafından nesnel bir şekilde üretilen ironiyle kapatılmaya çalışılmaktadır. Burada ironi, dünyanın bize yaşattığı düş kırıklığının evrensel ve zihinsel bir karşılığıdır.
Zihinselden kasıt ise espri yapmaktır, zira içinde yaşamakta olduğumuz nesneler ve imgeler dünyasına özgü sıradan bir şeye benzeyen teknoloji, bize espri yapma olanağı sunmaktadır.
Japonlar her sınai nesnenin içinde bir tür doğaüstü güç olduğuna inandıklarını söylemektedirler. Bizde ise bu doğaüstü güç, kimi zaman etkileyici, kimi zaman algılamakta güçlük çekilen bir ironiye indirgenmiş olup hâlâ espri yapmamızı sağlayabilmektedir.
(Bu metin, çevirisini Oğuz Adanır'ın yaptığı, Jean Baudrillard'ın İletişim Yayınları'ndan çıkan 'Sanat Komplosu' kitabındaki "Sanattan söz etmek, tükenme noktasına gelmiş bir illüzyondan söz etmek demektir" ve "Boş İmgeler" adlı denemelerinden alınmıştır.)