Sanırım 16 yaşına kadar sadece uyumak için bir evim varmış. İnsanın evi, kendini rahat hissettiği yerdir; rahat hissedemediği yerlerde yazar, rahat hissettiği yerde ise sadece uyur. Evet, bence öyle... Çünkü "bunca yıldır yazdığınız şiirleri nasıl yazdınız" derseniz şunu söyleyebilirim: On kişilik odalarda, ranzaların gıcırtısı eşliğinde medrese yıllarımda, izinli günlerimde eve gelip kardeşimin mışıl mışıl yattığı yatağının karşısında bana ayrılmış mavi kanepemde, öğretmenlik yıllarımda ise çocukları bahçeye çıkardığımda elime aldığım üç beş kâğıdın kenarlarına yazdığım şiirlerimdir benim evim.
E tabii, şu an odam da, evim de var ama oturup rahat rahat şiir yazayım derdi hâlâ yoktur bende. Ev, ayaklarını uzatıp uyuduğun yerdir.
Uzun otobüs yolculuklarında yolu izlemenin dışında yazmak da bir başka özelliğimdir. İnsanlarla konuşurken onları dikkatle dinleyişimin altında hep, kendime oradan ne pay çıkarabilirim de bu bir yazıya ya da şiire dönüşür duygusu yatar. Bu biraz bencilce görünse de insanların hayat hikâyeleri, travmaları beni hep yazı/şiir konusunda harekete geçirmiştir. Yazmaya da tam olarak böyle başladım diyebiliriz.
Medrese yıllarımın ilk iki senesi, altı katlı bir binanın dördüncü katında, pembe çarşaflı ranzaların üstünde, bir o yana bir bu yana, gece dörtlere-beşlere kadar yatamamanın verdiği huzursuzlukla geçti. Okuma kitaplarının yasak olduğu, gece on bir denilince herkesin yatağında olması gerektiği, bir sürü kızın yaşadığı bir ev; iki yılımı geçirdiğim bir ev... Şimdi diyeceksiniz ki, okuma kitapları yasakken, ne okudun ki yazmaya başladın? Yalnızlığım ve yurtta aldığım Osmanlıca ve Arapça dersleri sayesinde kelime dağarcığımın genişlemesi sonucu içimi döktüğümü sandığım onlarca-yüzlerce kelimenin birleştiği şiirlerimin ilk halleri pembe çarşafların üstünde yazıldı.
Yıllarca ev değiştirip durdum. Her sene şiirlerim daha lüks evler gördü. Tabii ki espri yapıyorum. Ancak ben ev değiştirmeyi sevmesem de, şiirlerimin bu değişikliği çok sevdiğine eminim. Medrese yıllarımın iki senesi de farklı farklı binalarda geçti. Üçüncü senemde daha da yalnızlaştığım bir yurttaydım; herkesi yabancı hissettiğim bu ev, bana sayfalarca şiir yazdırmıştı işte. Hatta yurttaki hocalarım ve öğrenciler bana, "Sene bitti ama Sevgi Uçar'ın yazıları bitmedi," diye takılır, akılları sıra dalga geçerlerdi. İnsanlardan nefret ettiğim bir dönem olmuştur bu olay.
Ev maceramın dördüncü senesi, medreseden mezun olmama denk gelmişti. Şiirlerim artık on kişilik odalarda değil, yirmiyi aşkın kişilerin olduğu, her seferinde yeni biriyle tanıştığım kalabalık bir medresede yazıldı. Sayı fazlaydı belki ama evdeki mavi kanepemden daha lüks yataklarda şiir yazmışlığım da oldu orada. E tabii, durur muyum, mezun olup Göktürk gibi insanların herkese tepeden baktığı bir ilçede öğretmenliğe başlayıp iki yıl altı kişiyle birlikte kiralık bir evde yaşadım. Pardon, ben değil, şiirlerim yaşadı. Edebiyata önem vermeyenlerin de olduğu küçük bir evin salonunda, geceleri tüm geçmişimi gözden geçirip, mum ışığında yazılar yazıp kendimi ileride yazar olarak hayal ettiğim samimi bir evdi burası. Evet, ilk defa hem rahat uyuyor, hem de rahat yazıyordum. Çünkü başarı, biz insanoğlunun dinlenme noktalarıdır; uzun bir soluklandıktan sonra eski, rahatsız kanepeye dönüp daha iyisini yapabilmek için bazı şeyleri hatırlamak gerekir.
İki yılı aşkın sektör değişikliğinin ardından şimdilik son durağım aile evi, ama bir farkla: Şu anda, mavi kanepenin sadece oturmak için salonda olduğu, bana ait bir odada çalışma masamın zarafeti ve yazdığım Ateşten Şayeste kitabımın gururuyla ayaklarımı daha rahat uzatıp, günlük hayatımda, iş hayatımda yazmayı alışkanlık haline getirip kendimi buna mecbur kılmadan, zihnimde hep ayaklarımı uzatmış bir halde evimi yazıyorum. Ve biliyorum ki benim evim, şiirlerim.
Bugünlerde kitaplarla dolup taşan odamda yazarken, çalışma masasında zaman zaman kendimi uyuyakalmış halde buluyorum. Ee, ne demiştim, rahatlık insanın uykusunu getirir. Ses olsun diye değil, ilham olsun diye aldığım pikapta Cem Karaca şarkılarıyla kendimi uyandırıp yazmaya devam ediyorum. Evet, insanlar kadar, pikabın cızırtılı sesi de beni kendime getiriyor. Nedendir bilmiyorum ama, sessizlik çok gürültülü şeyler yazdırıyor bana; hayatımda yüksek sesler olmalı ki sakin şiirlerle biraz olsun dinlenebileyim.