Ölmeden önce, bahçesinin el değmemiş otları içinde kendini yaşadı... Aslında masumiyet ve dişilik hep iç içe barınmış, birini terk etmeye çalıştığında diğer yanı hep mahkûm etmeyi seçmişti. Olmayan tüm duyguların içinde aslında mutlu olma anlarından utanmakla ilgili verdiği mücadele yatıyordu. Toprağın altında yeterince huzurlu bir beden bırakacağına dair çelişkilerle kafasını yoruyor, kültürüne ait bir vedadansa fiziğini herkese teşhir edebilecek genç kalmış bir ölü olmayı tercih ediyordu. Aslında ruhuna değen tüm ziyanlar çok yakınlarından gelen travmaların geliştirdiği dirençti.
O gün toprak çok sıcaktı, gün boyu güneşi içine emmiş bir mağaranın kendi lavını geceye kusması kadar el değmez bir kırmızılıktı yüreği. Güzel kıyafetlerini ve değerli takılarını her gün bitiminde takıp Tanrı'nın huzuruna çıkan gösteriş budalası inananlardan biriydi. O gece; solucanların göbek deliğinden içeri girmesine izin verecek kadar ölmeye yakındı.
Psikolojisi altüst olmuş insanlar "güler" gibi küsmeye alışmış olmalı ki, gecelerdir kahkahalarımın yüksekliğine karşın boğazında polip varmış gibi konuşan sevgilimin kısık sesi kalbime boş boş vurup geri döndü. Bu kadar yaşanmışlığı başka ülkenin el değmemiş otlarında sonlandıramazdım herhalde. Bu, benim gibi zoru seven bir kadına yakışmazdı... Ama kırmızı ruj ve o yeşil, ne kadar uyumluydu sonsuzluk için. Akla kazınan güzel zamanların vuruculuğu gibi kulak memene değen gıdıklayıcı bir histi o an iki renk... Yıllarca siyah giymiş annemin ablam oluşu gibi talihsiz ve kötü bir küf kokusuydu karşılaştığım toprak...
Boşuna fahişeler güzel olmak istemez. Her makyaj altta yatan soluk ve mor yüzlerin çaresizliğini kapatmak için renklendirir... Ayrıca insan çimenler üzerinde ağlayınca toprak verimlenir, acılarla beslenir.
Sonra kalkarsın yine; sadece provadır... "Hiç gerçek olmayan bir hayat ölür mü" dedirtir...