Tefrika köşemizde, Nursen Demir'in kısa öykülerini yayınlamaya başlıyoruz. İlk öykümüz, 'Gelincik Çeşmesi' adlı kitabından "Ramo Dayı"... Keyifli okumalar...
Kasap dükkânları 'meydan' denilen yerdeydi. Meydan fazla büyük değildi. İki kenarında karşılıklı dükkânlar, diğer iki yanında da oraya inen, biraz yokuş olan karşılıklı iki yol vardı. Orta yer sadece sabahın erken saatlerinde dolu olurdu. Civar köylerden gelen köylüler tarlalarından, bahçelerinden topladıkları sebze meyveleri, kendi besledikleri tavukların yumurtalarını, inek ve keçilerinin sütlerini, yoğurtlarını burada satar, sonra da öğle olmadan köylerine dönerlerdi. Köylüler genellikle eşek ya da katırla taşırlardı yüklerini.
Ben ve kuzenlerim meydana inen büyüklerimiz olursa peşlerine takılır, meydana inerdik. Harika meyveler ve taze sebzelerin rengârenk görüntülerine, köylülerin neşeli sesleri karışırdı. Köylülerin sohbetleri genellikle bağ bahçe, tohum ve toprak üzerine olurdu. Zaman zaman birbirlerine takılır, şakalaşırlardı. Saygılı, neşeli insanlardı. Mallarını satmak için kimseyi sıkboğaz etmezlerdi.
İşte ilçede herkesin 'Ramo Dayı' dediği Kasap Ramazan Amca'nın dükkânı da bu meydandaki dükkânlardan biriydi. Meydana inen yolun sağ tarafında, yan yana birkaç kasap dükkânı vardı. Karşılarındaki dükkânlarda ise gübre, yem, hırdavat gibi genellikle köylülerin ihtiyaçlarına yönelik şeyler satılırdı.
Meydana her indiğimde mutlaka Ramo Dayı'yı da görürdüm. Üzerinde her zaman kan revan içindeki önlüğü olurdu. Çoğu zaman kapının önündeki kısa sandalyede (ilçede ona ‘kürsü’ denilir) otururdu; oldukça kilolu olduğu için bedeni sandalyeden taşardı ve sandalye görünmezdi. Çok kalın ve gür kaşları; dalgalı, kıvırcığa yakın siyah saçları vardı. Fazla kilodan âdeta birer noktaya dönen gözleri de pek seçilmezdi. Gömleklerinin kolu dirseklerine kadar katlanmış, her an bir şeyleri kesmeye hazır bir hali vardı. Herkes onu severdi; selamlaşır, sohbet ederlerdi.
Ben ne zaman meydana insem, gözüm onun önlüğüne takılır, bana büyükannemin anlattığı masallardaki korkunç kahramanları hatırlatırdı. Olduğum yerde durup kıpırdamadan bakınca, onun da bana dik dik baktığını hissederdim; ya da bana öyle gelirdi.
Aslında bu konuda haksız da değildim. Neden mi? Bakın anlatayım:
Büyükannem bir gün, artık kalayı geçmiş, çok kullandığı bakır pilav tavasını elime tutuşturdu. Bunu meydandaki kalaycı dükkânına götürmemi söyledi. Sıkı sıkı da tembihledi:
– Etrafta oyalanma, dikkatli git, kalaycı amcana tavanın ne zaman hazır olacağını da sor, dedi.
Yanımda da, her zaman olduğu gibi dayımın kızı Gülten vardı. Peşimizden tekrar seslendi:
– El ele tutuşun, çabuk dönün.
El ele tutuştuk. Yaşça benden küçük olmasına rağmen, bana göre daha iri yapılı olan Gülten bir eline tavayı aldı, bir eliyle de elimi tuttu. Yokuş aşağı indik. Yokuşun sonunda çarşı ve dükkânlar başlıyordu. Gelincik Çeşmesi'nin önünden inip sağa dönünce de meydana ulaşmış olduk. Tam kasap dükkânlarının önünden geçerken, Gülten bana Ramo Dayı’nın dükkânını göstererek:
– Ben bir keresinde bu dükkândan et alırken buzdolabın içinde çocuk eli gördüm. Bu amca çocukları kesip dolaba koyuyormuş, dedi.
İşte tam bu sırada Ramo Dayı elinde satırla, kan revan içindeki önlüğüyle kapıdan göründü.
Nefesim kesilmişti, var gücümüzle indiğimiz yokuşun tam karşısındaki yokuşa doğru koştuk. Yokuşun sağ başındaki kalaycı dükkânına girdik.
Kalaycı amcanın boyu neredeyse bir ortaokul öğrencisinin boyu kadardı. Küçük, kısık gözleri vardı, yaşına rağmen yanakları hep pespembeydi, orta kısmı dökülen saçları da bembeyazdı. Yüzüne her zaman gülümser gibi duran bir ifade yerleşmişti. Bana Türk filmlerindeki iyi amca Nubar Terziyan'ı hatırlatırdı, her gördüğümde ona ne kadar benzediğini düşünürdüm. Yaz kış gömleklerinin üzerine giydiği, pantolonuyla aynı kumaştan dikilmiş yeleği olurdu. Yeleğinin bir cebinde duran köstekli saatinin kalın, parlak zinciri, yeleğinin düğmesinin geçtiği deliklerden birine takılıydı. Kalay yaparken ara sıra bu yuvarlak saati cebinden çıkarır, gözlerini kısarak bakardı. İçeri girdiğimizde, tam burnunun ortasında duran gözlüğünün üzerinden bize baktı, her zamanki gibi gülümsedi. Gülten tavayı uzattı.
Biz sormadan:
– Akşamüzeri gelin alın çocuklar, dedi.
Dükkândan çıktık, eve gitmek için Ramo Dayı’nın dükkânının önünden geçmek zorundaydık. Yavaş yavaş yokuşu indik; tam dükkânın önüne gelince arkamıza bakmadan karşıdaki yokuşun sonuna kadar koştuk, yokuşun sonuna geldiğimizdeyse nefes nefese kalmıştık. Dayımların evinin önüne gelince rahatladık ve oyuna dalınca da her şeyi unuttuk.
Acıkmıştık. Büyükannemin evi dayımların evinin birkaç ev yukarısındaydı. Yukarıya çıktık. Büyükannem, üzerine yoğurt kaymağı sürdüğü birer dilim ekmeği ellerimize verdi:
– Burada yiyin, dışarıya çıkmayın. Dışarıda yemek yenmez, arkadaşlarınızın canı çeker, dedi.
Bize hep öğütlenen bir şeydi bu: Dışarıda bir şey yenilip içilmez. Olur da yenirse diğer arkadaşlarla paylaşılırdı. Anneler, büyükler, eğer yanımızda arkadaşlarımız varsa onlara bize verdikleri yiyeceğin aynısını verirlerdi.
Elimizdekini iştahla yedikten sonra tekrar aşağıya –ağaçların altına– oynamak için inerken, büyükannem seslendi:
– Gün karşı dağları aşmadan kalaycıdan tavayı alacaksınız, eve gelin para vereceğim, dedi.
"Gün karşı dağları aşmadan"... Bu, büyükannemin zamanı anlatmak için kullandığı bir cümleydi: Gün karşı dağlara vurunca, gün karşı dağları aşmadan, gün karşı dağları aşınca...
Gün karşı dağların ortasına gelince büyükannem seslendi. Yukarıya çıkıp parayı aldık. Aynı şekilde meydanın ortasına geldik, yine koşarak kasap dükkânlarını geçtik; dönüşte de yine koşarak geçmiştik.
Gülten sabahçı, ben öğlenciydim. Büyükannem o sabah ödevlerimi bitirdikten sonra her zaman elbiselerinin cebinde taşıdığı siyah kadife kumaştan yapılan para kesesini çıkardı. İçinden bir miktar para çıkarıp elime verdi, avucumu kendi eliyle sıkıca kapattı:
– Ramo Dayı'ndan yarım kilo kıyma al, dedi.
İşte korktuğum başıma gelmişti.
– Ben Ramo Dayı'dan korkuyorum, çocukları kesip dolaba saklıyormuş, dedim.
Maviş gözleri aydınlandı, çok güldü. Gülünce gözleri daha mı mavi oluyordu ne?
– Sonra da sıkma köfte yapıp yiyor muymuş, dedi.
Kendi sözlerine kendisi de güldü. Bana inanmamasına çok bozulmuştum.
– Gülten söyledi, o görmüş, dedim.
Büyükannem bu sözlerime daha çok güldü.
– Haydi! Çabuk git gel ki okula geç kalmayasın, dedi.
Çaresi yoktu gidecektim. Parayı aldım ve yokuş aşağı inmeye başladım. Gelincik Çeşmesi'nin oraya gelince kalbim küt küt atmaya başladı. Meydana inen kısa yokuşun başına gelince biraz durup kasap dükkânlarının olduğu yere baktım: Ramo Dayı kapının önünde yoktu. Yavaş adımlarla dükkânın önüne geldim. Dükkâna iki basamaklı merdivenle iniliyordu; yani geriye dönüp kaçmak zor görünüyordu. İlk basamağı indim ve bekledim. Ramo Dayı, kalın tahta masasının başında, elindeki koca satırıyla et doğruyordu.
Beni görünce başını kaldırdı:
– Ne istiyorsun hanım kız, dedi.
İlçemizde büyükler, isimlerini bilmedikleri kız çocuklarına böyle seslenirlerdi. Sesi yumuşak geldi. Galiba bana acımıştı, beni kesmeyecekti. Kesecek olsa böyle yumuşak konuşmaz, kaşlarını çatardı.
İkinci basamağı da indim, sol taraftaki camlı dolabın önünde durdum, yutkundum. Sesim kısılmıştı galiba, ilk hamlede ağzımdan ses çıkmadı.
Tekrar denedim:
– Büyükannem yarım kilo köftelik kıyma istedi.
Sesim titredi; bacaklarım da titriyordu. Önlüğüne gözüm takıldı: Kendimi et tahtasının üzerinde küçülmüş olarak hayal ettim.
Elinde satırıyla dolabın başına gitti, kapağını açtı; içinde sıra sıra etler diziliydi, çocuklara ait bir şey görünmüyordu. "Arkaya saklamıştır," diye düşündüm.
Bir parça et kesip tahtanın üzerine attı, döndü ve elindeki satırıyla bana doğru gelmeye başladı. Geriye dönüp kaçmak istedim ama ayaklarım yere çivilenmiş gibiydi, hareket edemedim. Elini başıma doğru uzattı, kalbim yerinden çıkmak üzereydi, gözlerimi kapattım.
Aklıma büyükannemin anlattığı masallardaki korkunç kahramanlar geldi. Gıcırdayarak açılan bir dolap kapağı sesi duydum. Gözlerimi açtım, başımın üzerinden uzattığı eliyle sol tarafımdaki camlı dolabın kapağını açmıştı. Biraz kenara çekildim, nefes aldım, duran kalbim tekrar atmaya başlamıştı.
Dışarıdan bakınca içi görünen dolaptaki etlerden bir parça yağ kesti, kapağı kapattı. Tahtanın üzerindeki eti aldı, yağ parçasıyla eti makineye attı. Büyük bir gürültüyle çalışan makinenin önünde biriken kıymayı bir kâğıt parçasına sarıp bana uzattı. Elimdeki parayı verdim. Koşarak iki basamağı çıktım.
Arkamdan:
– Neneye selam söyle, dedi.
Çok zayıf olduğum için galiba beni kesmekten son anda vazgeçmişti.
Nursen Demir