Ömer Yiğit Aral, Fantastik Gerçekçilik ve Şiir

 

Gerçekten ölümsüz olacak sanat yapıtının insanın tüm sınırlarından arınmış olması gerekir: mantık ve sağduyu, araya girmekten başka bir işe yaramaz. Ama o sınırlar bir kez yıkıldı mı, işte o zaman çocukluğun hayal ve rüya âlemine girmiş oluruz.*

 

Giorgio de Chirico (1888-1978), Gizem ve Yaratı, 1913

 

Medya dilinin ideoloji ile kurduğu kompleks yapının haber bültenlerinde birkaç dakikaya sığdırdığı trajediler sürekli bir hokus pokusla gözlerden kaybedilirken, Ömer Yiğit Aral eserlerinde yarattığı resim dilini, bu vahşi, karanlık dünyanın tam kalbine konumlandırır. Ajite etmeden, metaforik bir evren kuran sanatçı, günümüz yeryüzü gerçekliğini baş aşağı çevirerek, resim okuyucusu için şiirsel, fantastik bir dünyanın kapılarını aralar. Biçim ve içerik bütünlüğü, mitoloji ve teoloji ile kafa kafaya çarpıştırılırken, izleyici kendini 'masumiyet' kavramıyla boğuşurken bulur. Bir rüyanın içinden seslenir ressam; çağrısı sonu gelmez ideolojik görüntülerle doldurulan gündelik hayatın boşluğu karşısındaki insana (var olan somut gerçekliğe, onun nesnelerle kurduğu ilişkiye yabancılaşmadan) gerçekliğin sınırlarını fark etmek üzerinedir. Fantastik gerçekçi bir ressam olarak, sanatçının yüzeye bıraktığı her türden etkiyi bilinçli olarak terk eder Aral. Airbrush tekniğiyle aradaki fırça izini kaldırır, eserlerine imza atmaz. Kendini gizler ve resimle izleyici arasına girmekten kaçınır.

 

En büyük felaket, harptir. İnsan insanı avlıyor; havada, toprakta, suda. Harp meydanlarında kopmuş kol, gövde; avlanmış, kanayan döne döne düşen bir kuş. Uçan kuşları, onların değişik uçuş pozisyonlarını, balıkların dalışlarını kıskanıyorum. Dünyanın büyük bir kısmı balıklara ait. Vücut formları harikulade. Fakat, onlar da insanlar yesin diye.

 

Anton Lehmden

 

2. Dünya Savaşı sonrası 1945 yazında kurulan 'Viyana Fantastik Realite' üyeleri Arik Brauer, Wolfgang Hutter ve Anton Lehmden, kurucuları Ernst Fuchs ve Rudolf Hausner öncülüğünde, 1950'lerde Viyana'da sürrealistlerle birlikte bir dizi sergiye katılırlar. Prof. Johan Muschik bu grubu 'fantastik realistler' olarak adlandırarak bağımsız bir kimlik kazandırır. Sonrasında grup üyeleri Avrupa ve Amerika'da açtıkları sergilerle uluslararası bir üne kavuşurlar.

 

Fantastik, Aydınlanma'nın akıl ve mantıkla kurduğu dünyaya karşı, aklın ve mantığın sınırsız gücüne olan inancın zaferini tanıyıp ona inanmakla başlar işe. Özne, dini ya da ahlaki mevcut tüm ön kabullerden koparak, mantıksal zorunlu bir işleyişin içinde aklın sınırlarına yolculuk edip aydınlanmadan, fantastiğin açığa çıkardığı kuşkuya, tekinsiz olanın karşısındaki altüst oluşa bir anlam veremezdi. Gerçekçi dünyanın karşısında, onu bilip anlayarak varılan noktanın sonunda artık fantastik olana ancak onu aşarak ulaşılabilirdi. Öyle de oldu ve fantastik, akıldışı olana 18. yüzyılın sonunda yeniden hayat verdi. Bu bir meydan okumaydı aynı zamanda.

 

Fantastik Realistler işte bu meydan okumaya, mistik ortaçağ dünyasını, 19. yüzyıl fantastik sanatıyla ve sürrealist kimi öğelerle harmanlayarak köklerinden ayrı, başkalaşmış görsel bir dil yaratarak dahil olurlar. Fantastik olanın edebiyat alanındaki aynılaşan öğeleri, resim sanatında farklılaşarak yerini imajlara, rüyalara ve mitolojiye bırakır. Savaş sonrası korkunç bir yıkımın ortasında kalan, kendini korku ve yalnızlık içinde yaşadığı trajediye bir anlam vermeye çalışırken bulan insanın, zamanı ve mekânı eğip bükerek giriştiği sürekli bir arayışın boşluğa yansımasıdır fantastik dünyada gerçeğe dönüşen şey.

 

 

İşte Aral da, fantastik gerçekçiliğin Türkiye'deki önemli isimlerinden biri olarak, insan olduğunu bilmenin acısını taşır mekânın çöküşüne. Kelimelerin ötesini gösterir. Sıradan, alışılmış yaşamın sahteliğinden çıkıp sahici bir arayışa girer. Bilmek, anlamak için uğraşmaz. Estetik yargılarımızın kalıplaşmış, sentetik ayarlarıyla oynar ve estetik olanı, bize gösterilen ve bizden onay bekleyen şeylerin uçurumuna taşır.

 

Kant, estetik yargının biz farkında olsak da olmasak da bir kanaat olarak zihnimizde oluştuğunu söyler. Yargı olmadan önce, güzelliğin kendisi bir algı sorunudur ve haz ancak bu estetik sürecin sonunda oluşur. İşte tam da bu yüzden sözkonusu görsel algı olduğunda baktığımız, gördüğümüz şeyin işlenme, gösterilme biçimi bütün postmodern savunuların aksine çok daha önemli bir hal alır. Eninde sonunda her düşünce kendine özgü bir biçim yaratır ve her biçim de algılayan için bir duygunun tetikleyicisi durumundadır.

 

Görmenin yarattığı haz duygusu Ömer Yiğit Aral'da bir evrenden bir diğerine geçerken ara alanda yaratılan beklenmedik görsel mekanizmalarla karşılaşan insanda bir şok etkisi yaratır. Yalan söyleme ihtiyacı duymaz Aral. Doğal dünyanın özel, gizli anlamlar taşıyan ilişkiler ağını, biçimsel zorlamalarla değil, öze ait, özün gerçek bir parçası olarak sunar. Yanmış, yıkılmış bir krallıktan geriye kalan çöldür gerçek. Masumiyet, ölü çocuk bedenleri ve sonrası olmayan karanlık bir şiir gibidir. İzleyici Aral'ın eserlerine bakarken, kendini gözün algısından kurtarmak, tutulduğu bu ara yerden kaçıp uzaklaşmak ister. Biçimler, gerçek olamayandan, kanlı canlı bir gerçek çıkarır orta yere.

 

Herhangi bir şeyin zihnimizde estetik bir yargıya karşılık gelmesi onun biçimiyle ilgilidir. Her biçim, fiziksel dünyada o veya bu şekilde bir başka biçimle ilişkilidir ve her estetik yargı bu ilişkiler ağının yansımasıdır. Estetik olana dair zihinsel süreçlerin açığa çıkarılabilmesi, nesnel olanın kendisinin tamamen yok sayılmasıyla değil, onun değiştirilip dönüştürülmesiyle mümkündür ancak.

 

Nesneler, sürekli bir yeniden biçimlendirme temeli olarak insan zihninin eksikliğine uydururlar kendilerini. Bir tür ara doldurmadır bu. Bir kez daha Kant'a dönecek olursak, kavrayışımız sadece nesnel dünyanın bir yansımasından ibaret değildir. Karşılıklı bir ilişkidir bu, nesnel dünya kavrayışımızı şekillendirirken, kavrayışımız da onu tekrar ve tekrar, yeniden kurar.

 

Aral eserlerini görme yetisinin sürekli değişen bu beklenmedik sonsuz olasılıklarına karşı bir cevap olarak kurgular. Verili görünümlerin öncesi ve sonrasının ötesine geçerek, dikkatimizi yeryüzü enkazına çeker. Gizem adına gizem yaratmadan yapar bunu, gösterilmeyeni ve asla gösterilmeyecek olanı; olanaklı olanın içinden yükselerek, olanaksız olanı kavramak adınadır çabası.

 

İngiliz yönetmen Carol Reed'in, 1965 yapımı, bizde Acı ve İlham olarak gösterilen The Agony And The Ecstasy filminin başrollerinde muhteşem performanslarıyla Charlton Heston ve Rex Harrison rol alır. Michelangelo'nun yaşamının konu alındığı filmde Papa II. Julius, Michelangelo'yu o döneme kadar eşi benzeri görülmemiş derecede görkemli olmasını istediği mezarının yapımı için görevlendirir. Ancak devam eden ve mezar anıtının da içinde olacağı San Pietro İn Vinroli Bazilikası'ndan dolayı malzeme sıkıntısı yaşanmaktadır. Bunun üzerine Michelangelo Carrara'daki mermer ocaklarında aylarca çalıştıktan sonra Roma'ya geri döner.

Sonrasında Papa II. Julius ödeme konusunda verdiği sözleri tutmayınca işi tamamlamaz.

 

1513 yılında papanın ölümü üzerine Michelangelo mezar anıtını yapması için yeniden görevlendirilir. Uzun süren bir çalışmanın sonunda mezarı bitirir.

 

Filmin hemen başlarında papanın mimarı Bramante ile Michelangelo'nun, ocaklardan gelen mermer bloklardan biri üzerine yaptıkları bir diyaloğa yer verilir. Michelangelo tutkuyla mermer bloğa dokunur ve Bramante'ye dönerek diyoloğu başlatır:

– Bak bu Musa.

– Musa mı?

– Musa mermerin içinde. Sina'dan gelen Musa; gözlerinde Tanrı'nın gazabı.

– Mikelanj'ın zihninde.

– Hayır, burada, canlı. Taşın içinde uyuyor. Tanrı onları oraya koyar, heykeltıraş sadece özgür bırakır.

 

Görünür olanın saflığı doğal bir sınır yaratır. Biçimlerin kendilerinde barındırdıkları bu doğal sınır, aynı zamanda sanatçıya yine o biçimin kendi durağanlığı içinde gizlenmiş bazı yeni özgün olanakların açığa çıkarılması için gerekli olan itici gücü de sağlar. Var olan hiçbir şey, aslında olduğu şey değildir. Sınırlandırılmıştır ve o sınırların gerisinden görünür bize.

 

Bu durum insan bilinci için de böyledir. Biz bu sınırların farkına vardıkça bilincimiz şekillenir. Yaşadığımız işte bu olanaklar ve sınırlılıklar dünyasında, şiddetli bir gerilimin bağrından ortaya çıkar bilincimiz. Bütün bu sınırlandırılmış nesneler evreninde, insan bilinci sürekli bir meydan okumanın yegâne aracı haline gelir. Bu meydan okuma, aynı zamanda insanın kendi içinde var olan sınırların yıkılışına paralel sürekli bir gelişim gösterir. Vahşi doğada hayatta kalmasına sebep de yine bu sınırlamalar karşısındaki mücadeleye dayalı zekâ gelişimidir.

 

Anlar serisi gibidir 'Cennetin Uykusu'. Paralel zamanlar, paralel dünyalar kurmuştur. Destansı bir çöküşün ardından yankılanan sessizlik, yüzeydeki bütün görüntüleri sarsar. Aral, insan bedeninin kendisini göstermez bize, onun sağlıklı, doğal haliyle ilgilenmez. Masumiyetini yitirmiş insan bedeninden geriye kalan ne ise O'dur onun izleği. Psikolojik bir simya yaratır onun fantastik evreni. Bir kırılma anında durur her şey. Gündelik hayat bir avuç küldür. Mekân ve zaman algısındaki değişimler, amaç yokluğu ve rastlantısal döngüler yaratır zihnimizde. İmkânsız bir buluşma gibidir her şey.

 

 

Baudelaire kendi imgelemindeki canavarları, bayağı ve çirkin olarak nitelediği doğanın kendisine yeğler. Dış dünyayı araçsallaştırarak onu kendisi için çeşitli imge ve göstergelerle, kendi benliğinde gömülü en gizli, en eşsiz olanı yansıtmada bir olanak olarak görür. O modern anlamda sanatı hem nesneyi, hem özneyi içeren, etkileyici büyüyü yaratan şey olarak görür. Sanatçı ise günlük yaşantıda destansı olanı bulup ortaya çıkarabilecek kişidir.

 

Şiir ya da şiirsel olan sözcükleri mantığın ötesine taşır, özneyi ardına gizlendiği amaçların karanlık dehlizlerinden çıkarak, et ve kan kadar sıcak yaşamın akışını duymaya iter.

 

Bir kadın ve bir erkeğin oğlu olduğum söylendi bana. Hayret! Ben daha fazlasını olduğumu sanıyordum! Ayrıca nereden geldiğimin benim için ne önemi var? Ancak bu benim isteğime bağlı olsaydı, ben daha çok, doymak bilmezliğiyle fırtınalara ve acımasız kaplana eşlik eden kişi, köpekbalığının oğlu olmak isterdim.

 

Maldoror’un Şarkıları, Lautreamont

 

 

Aral'ın resimlerindeki görsel imgeler, yarattığı tekinsiz mekânlar zihinlerimizde uykuda olan şiiri ayaklandırır. İnsana dair bunalımın ve bir büyük bozgunun sessiz, karanlık ışığı düşer üzerimize. En saf arzularımız düş ile gerçek arasına sıkışır ve sonunda parçalanır.

 

Sınırlar çelişkileri açığa çıkarır; çelişkiler de yaratıcılığı. Sanat nesnesinin kendisi farkına varılmış ve aşılmış bu çelişkilerin sonucudur. Ancak dikkatli olmak gerekir, şimdide var olan olguların aşılması için gerekli imgelem yetisi, sınırsız gibi görünen bu diyarda, gelişmiş bir biçim algısına sahip değilseniz son derece tehlikeli bir hal alabilir. Biçim, ancak imgelemle özgün görünüm olanaklarının ötesine taşınabilir. Bu sınırın farkında olmak sanatçıyı hem gülünç duruma düşmekten korur, hem de yaşamı ayaklarının altında tutar. Eski biçimlerin, sınırların kesinkes tümüyle atılması, tamamen terk edilmesi gerektiğine dair temelsiz bir başkaldırının varacağı nokta, kaçınılmaz olarak yaratıcılıktan uzak bir yıkıcılıktır.

 

Aral, mekân ve zaman arasındaki bağı yeniden düşünür ve yeniden kurar. Saf renkler, mantık kurallarını altüst eden görsel alanlar, içe içe geçmiş anlatı dizgeleri ve şiirin resme, resmin şiire dönüştüğü, yeniden okunan bir deneyimler uzantısıdır ondan dökülenler.

 

Gerçekliğin hareketle ilişkisi, zaman kavramını da sanatın odağına yerleştirir bir anlamda. Einstein'ın özel görelilik kuramının dört boyutlu uzay anlayışı zamanın akışı, hareket ve değişim gibi olguların birer yanılsamadan ibaret olduğunu göstererek klasik zaman ve nesne anlayışını büyük ölçüde değiştirmiştir. Bu köklü değişiklik aynı zamanda insan bilincinin, uzay-zamanda nesnelerle kurduğu ilişkinin aslında bilincin zamanda ilerleyen ve değişen bir şey olduğu inancından çok, diğer bütün nesneler gibi onun da uzay-zaman kesitlerinden meydana geldiği gibi bir iddiayı da beraberinde getirmiştir.

 

 

Maurice Merleau-Ponty, çevirmeni Ahmet Soysal’ın önsözünde, "Yirminci yüzyıl felsefesinin en güzel, en yoğun, en zor metinlerinden birinin karşısındayız," dediği, Metis Yayınları'ndan çıkan Göz ve Tin'de, Rodin'den alıntılayarak başladığı sözlerini şöyle sürdürür: "Neden yere değmediği anda, öyleyse tam hareket halinde, bacakları kendi altında neredeyse kıvrılmış olarak fotoğrafı çekilen at, olduğu yerde zıplamakta gibi görünmektedir? Buna karşı neden Gericault'nun atları tuval üzerinde koşmaktadırlar, oysa dörtnala koşan hiçbir atın hiçbir zaman durmadığı gibi durmaktayken? Çünkü Epsom Derby'sinin atları bana vücudun yer üzerinde kökleşmesini göstermektedir ve iyi tanıdığım bir vücut ve dünya mantığına göre, uzay üzerindeki bu kök salışlar süre üzerinde de kök salıştır. Rodin burada derin bir söz söylemiştir: 'Doğru olan sanatçıdır, yalancı olan fotoğraf, çünkü gerçeklikte zaman durmaz.' Fotoğraf, zamanın itişinin hemen yeniden kapadığı anları açık tutar, zamanın öteye geçmesini, sınır aşmasını, 'dönüşmesini' yıkar –ki bunları, tersine resim görünür kılar, çünkü atlar kendi içlerinde 'burayı terk etme, oraya gitme' durumuna sahiptirler, çünkü her anda bir ayakları vardır. Resim hareketin dışını değil, onun gizli sayılarını arar. Rodin'in söz ettiklerinden daha inceliklileri vardır: Her ten, hatta dünyanınki bile, kendi dışında parıldamaktadır. Ama çağlara ve ekollere göre, ister daha çok belirgin harekete, ister anıtsala bağlansın, resim asla zamanın tamamıyla dışında değildir, çünkü daima tenseldir."

 

 

Tutkuyla renklendirilmiş rüyalar ve zaman; erotizm, doğum-ölüm döngüsü, değişen görüntüler. Işık ve renkle yaratılan hareket duyumları; dinamik yüzeyler, şişirilmiş figürler,  düzeni bozan tonlar, soyut biçimler ve rüyanın, hayalin tedirgin edici, tekinsiz kuşku boyutu; bildiğimiz her şeyin ötesine geçerek, gerçeğin açığa çıkan farklı görünümlerinin bir parçası olabilmek için, her türlü gereksiz şeyi arkada bırakarak çıkılan düşsel bir yolculuğun sonunda varılan şiir. Ömer Yiğit Aral kendinde ve kendi dışında olan, başkalarına geçmeyen her şeyi bir araya getirir ve bir sessizliğin tam ortasında patlatır. Yeryüzüne dağılmış bir şiirin parçalarıdır artık karşısında durduğumuz.

 

Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak

sabahtan akşama dek, gözünü kırpmadan,

sağırcasına, eski bir vicdan acısı gibi

saçma bir alışkanlık gibi

ardımızdan kovalayan bu ölüm

gelecek bir gün

Boş bir sözden ayrımsız olacak gözlerin

aynada kendini gördüğünden ayrımsız her sabah,

suskun bir çığlık, bir sessizlik olacak.

Ey sevgili umut, o gün biz de bileceğiz

hem yaşam hem hiçsin sen bile, ey sevgili umut!

 

Herkese birdir bakışı ölümün

Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak

bir alışkıyı bırakırcasına

ölü bir yüzün belirdiğini görürcesine aynada

kenetli bir dudağı dinlercesine

sessizce ineceğiz o dipsiz burgaca.

 

Cesare Pavese

Çeviri: Bedrettin Cömert

 

Şiirsel olanın olağanüstü, açıklanamaz olanla aynı evrene aitmiş gibi algılanmaması gerektiğine dair kimi savunuların aksine, fantastik olan özü itibarıyla aynı zamanda şiirseldir de. Şiir, fantastik için şiddetli sarsıntılar yaratacak metafizik bir mekâna ihtiyaç duymaz; insanın bedenini, bilincini o mekânın kendisine dönüştürür.

 

Sartre, fantastiği, araçların amaçlara karşı ayaklanması olarak tanımlar. Mantıksal düzen yıkılmıştır ve bu yıkılan düzenin öznesi ne sıradışı canlılardır, ne de korkunç canavarlardır. Fantastiğin biricik öğesi insandır artık: "Fantastik özne insandır. Sıradan günlük hayatın içinde sıradan şeyler yapan, şapkasını kaldırıp cenaze alayını selamlayan, kilisede dua eden, tıraş olan insandır." Sartre'ın fantastik için yaptığı tanımlarda zaman-uzam algılarının yıkılarak yerine yenilerin konulduğu, böylece yeni bir ortam, hayali bir mecra içinde "oyun", alanı oluşturulan "altüst olmuş dünya" kavramı ön plana çıkar.

 

 

Dünyayla aramızdaki mantıksal ilişki her zaman tehlikeli bir gerilim barındırır. Kırılma anının görkemi, düzenle bağdaşmayan ve kurulu olanın karşısında fantastik olanın, herhangi bir şekilde mantıklı bir açıklama getirilemeyen o öğenin yarattığı derin kuşku ve korkuda gizlidir. Mantığın gerçeklikle kurduğu ilişkiye bağlı olarak gelişen stabilizasyonun yıkılışı, kesinlik duygusunun verdiği güvenin yıkılışıdır aynı zamanda. Düş ve gerçeklik arasında yaşanılan kuşku, akla duyulan sarsılmaz, yıkılmaz gibi görünen sonsuz inançtan sonra, ancak onun fantastik olana çarpıp parçalanmasıyla açığa çıkar. Kabul edilemez olan, gündelik olanın kesinliğini ve yarattığı güven duygusunu ortadan kaldırdığında, öznenin yüzleşmesi gereken şey korkudur artık.

 

Aral bu şiirsel dünyayı, kesinliklerin ötesine geçerek, bağırıp çağırmadan kurar. Makine seslerinin sağırlaştırdığı kulaklara ulaşmak gibi bir gayreti yoktur onun. Gündelik hayatı yarattığı kuşkularla yırtar ve gösterilmeyene, gözden kaçırılanlara odaklanır. Bitmemiş bir şiiri okur gibidir onun eserlerine bakan izleyici, burada olmanın ötesine geçer.

 

Fantastik olanın, kesinlikler dünyasıyla arasındaki çatışma gerçekdışı bir alan kurmaz Aral'da. Şiirde olduğu gibi o boşluğu sonsuz kuşkularla doldurur sadece. Mantıkla kurulan ilişkinin rüya ufuklarına doğru çıkılan bir keşiftir her şey sonunda; Uykularımızın külden meyvesi... Saint John Perse

 

Delta Günleri

 

Duino harabelerinde bir gölge, ay
ve nesnesi olmayan bir melankoli...
Yitik şeyleri içselleştirmek... İçimizde
hareket eden akıl, Mobius dönüşleri, dönüşümleri...
Yeni bir melankolinin gizli imleri... delta günleri...

Uzak bir günde, delta günlerinin birinde
bir heksagram kurmak ve kapatmak – evreni, arzuyu
bilinmeyeni (ilk çizgi, kırık, öznesini iplerle, halatlarla
bağlanmış olarak gösteriyor... üç yıl boyunca
kendisini çözemeyecek ve kötülük olacak)

Ateş, barika, tehlike...
Gece umarsız bir Y işaretiydi ve düşüyordu sana doğru.
İsminin anagramlarında kendisiyle
karşılaştın ve evlendin.
Bir uzaklık, ilk günlerdeki gibi, gizil rezonanslar...
Piyano seslerinin ve masaların üzerindeki cam
kırıklarının arasından ona yaklaştın.
O yüzünü dönmedi.
İçinde bir şey, fümerol gibi bir şey, onu sevdi.
Hava yapıştı yüzüne. Sonunda anladı gerçek ismini
ve sana ne olmadığını söyledi.

Ağaçların arasında yitiyor gölgen, uzaklıklar, Pompei...

Biri yaralıyor diğerini
boğuyor
yutuyor

Aysama dönemleri bitti artık...
Ağır yıldız kümeleri yer değiştiriyor aklımda...

 

Lâle Müldür

 

NOTLAR

* Ahu Antmen, Sanatçılardan Yazılar ve Açıklamalarla 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, Sel Yayıncılık, Ekim, 2014

1. Sıla Akdeniz, Asaf Halet Çelebi Şiirlerinde Ara Konumda Fantastik, Bilkent Üniversitesi, Türk Edebiyatı Bölümü Yüksek Lisans Tezi, Temmuz 2010

2. Nejat Bozkurt, Sanat ve Estetik Kuramları, Sentez Yayıncılık, Ocak 2013

3. Maurice Merleau-Ponty, Göz ve Tin, Metis Yayınları, Ocak 2003

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.