Uzun zamandan beri bulabildiğim her boş kâğıdın üzerine, kendi halimde, kendi çapımda bir şeyler yazar dururum. Aklıma eseni yazdığımdan konu sıkıntısı çekmedim hiç. Kimsenin okumayacağını bildiğim için, eksiklere, hatalara veya mantıksızlıklara bakmadım. Sandık dolusu kâğıtlar, bloknotlar, eski, yaprakları sararmış defterler durur evin bir köşesinde. Atmaya kıyamadığım kâğıt parçalarına ara sıra göz gezdirdiğimde, her birinin hayatımın belli dönemlerindeki ruh halimi yansıttığını görürüm.
Çok eskilerden bir tanesine gözüm ilişti geçenlerde; kurşunkalemle yazılmış silik, soluk ve büyük bir kısmı okunamayacak halde olan sayfanın ortalarında, belli ki kalemi bir parça daha bastırarak yazdığım bir soru cümlesi ok gibi saplandı kalbimin tam orta yerine: "Babam bizi neden hiç sevmiyor anne?" Bütün çocukluğum gözümün önünde canlandı sonra da. Maksadım suçlu aramak değildi, sebebi sorgulamak için o kadar çok zaman geçmişti ki üzerinden, düşüncelerimin bulanıklığında hayallerim ve bilinçaltım tarafından uydurulmuş sahte dünyanın arasından gerçeği ayırt etmem çok zor olurdu. Pişmanlık duyduğum anların muhakemesini yapabilmem içinse o zamana geri dönüp aynı şartlarda yaşamam gerekiyordu, bu yüzden üzerinde hiç durmadım yaptığım hataların. Ağzımdan çıkmış ya da çıkamamış herhangi bir söz birilerini gücendirmişse ya da yanlış anlaşılmalara sebebiyet vererek üzmüşse bile suç zamanaşımına uğradığından af dilemem kabul görmeyecektir zaten.
Her neyse, velhasılıkelam, yazdıklarım arasında normal bir insanın haletiruhiyesini yansıtan tek bir yazının olmaması, beni derin bir arayışa itti. Yalnızca ben mi dokunuyordum kendi yüreğimin bam teline? Bir ben mi rahatsızdım yaşadıklarımdan, yoksa yazarak rahatlamaya çalışan başka insanlar da var mıydı?
Gazete köşelerinden başlayarak, romancıların, öykücülerin, şairlerin arasında dolaşıp durdum uzunca bir zaman. Bana mı denk geldi bilmiyorum, belki başkaları tarafından da fark edilmiştir, ama bir tek sorunsuz kişi bulamadım onlarca yazar arasında. Dert anlatmayan ne bir köşeyazısı, içinde sırf güzelliklerden bahsedilen ne bir roman, ne de bir şiire rastlayabildim.
Seneler süren bir suskunluğun ünlemlerini ok gibi kazıyarak, ses tellerimi yormadan kâğıtların üzerinden haykırışımda, avazım çıktığı kadar bağırarak değil, yüreğimin yettiği kadar duyurmaya çalıştım kendi zihnime.
Bu yazımda da olduğu gibi darmadağın, her zamanki gibi bölük pörçük ve tutarsız oldu cümlelerim. O kadar birikince sadece nereden başlayacağını değil, nasıl bitireceğini de bilemiyor insan. Nokta koyamıyor bir türlü. Virgüllerin arasında soluğu kesiliyor, soru işaretlerine yenisi ekleniyor haliyle.
"Ne anlatmak istiyor bu adam," diye soracak olan kadar, "Beni anlatıyor," diyen de çıkacaktır elbet.
İlk soruyu soranla bir derdim yok, ikincisine ise diyeceğim şu ki, hayat bu işte, kimi yazar anlatır, kimi de çabuk atlatır; bir şekilde geçer, gider ve biter.