Paradigma köşemizde bu kez, Melih Cevdet Anday’ın 1975 sonrası TRT radyosunda yaptığı programdan bir kesit yayınlıyoruz.
(Ön açıklama: Aşağıdaki metin, Melih Cevdet Anday'ın 1975 sonrası TRT radyosundaki programının, ilk basımı 1975 yılında Türk Dil Kurumu Yayınları tarafından yapılan, sonraki basımı 1996 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından gerçekleştirilen Dilimiz Üstüne Konuşmalar adlı kitabından alınmıştır.)
I
Sayın dinleyiciler,
Sizinle her hafta bu saatte, dilimiz üzerinde konuşacağız. Anadili sözü, daha küçükken, okula gitmeden öğrendiğimiz dili anlatmak için bulunmuş çok güzel bir söz. Anamızdan, babamızdan öğreniyoruz onu. Bildiğimiz en iyi dil, anadilimizdir kuşkusuz, yanlış yapma korkusunu duymadan konuşuruz anadilimizi. Ama bundan ötürü herkesin anadilini tam olarak bildiği söylenebilir mi? Öyle olsaydı, ayrıca anadili öğrenmeye hiç bir yerde gerek duyulmazdı. Kuşun hangi nota üzerinden öttüğünü bilmemesi gibi, anadilinin eğitiminden geçmemiş olanlar da, bilmezler kullandıkları dilin özelliklerini, kurallarını.
Yıllar önce Paris Üniversitesi'nde geçmiş bir olayı anlatayım size. Orada temel dil Fransızca olduğu için, Üniversite, öğrencilerden bir yabancı dil bilmelerini de istiyor. Bizim Türk öğrencileri, düşünmüşler taşınmışlar, ikinci dil olarak Türkçeyi seçtiklerini bildirmişler Üniversiteye. Bunun üzerine de Üniversite, bu Türk öğrencilerin Türkçeden sınava girmelerini istemiş. O zaman orada Doğu Dilleri Enstitüsü’nde Profesör Jean Deny vardı, Türk dili uzmanı. Türkçenin en iyi gramerlerinden birini yazan odur. İşte Türk öğrencilerini bu Profesör Jean Deny'nin karşısına çıkarmışlar. Bana anlattıklarına göre, öğrencilerimizin çoğu o sınavda başarı kazanamamış. Demek anadilimizi konuşmak başka, bilmek başka.
Söyleşimizin başında hemen belirtelim ki, biz bu programda Türk dili öğretimine kalkacak değiliz. Dilimizin geçirdiği gelişme evrelerini, onu başka dillerden ayıran özellikleri ve asıl önemli olarak da, yıllardır toplumumuzda en güncel konu olma durumunu sürdüren dilde özleşme akımını, şurasından burasından göstermeye çalışacağız.
Gerçekte de sayın dinleyiciler, bu konuyu ne denli tazelesek yeridir. Dilinin bilincine varmak her yurttaş için gerekli sayılmalı. Sıkıcı bir görev değildir bu, tatlı bir uğraştır. Hele bizim dilimiz gibi çok geniş bir bölgede konuşulan, yapısal karakteri çok güçlü bir dil söz konusu olunca, onunla ilgilenmenin tadı daha da artar.
Sizlere haftada bir sunulacak olan bu programda, işte biz de böyle tatlı bir uğraşın içinde olacağız. Bir yandan bugün dilimizin en güncel sorunlarını, en taze tartışmalarını ele alırken, bir yandan onun, ses, sözcük, tümce bakımından özelliklerini gözden geçireceğiz.
Ancak sayın dinleyiciler, dilimiz, tarih boyunca birçok değişikliklere uğramıştır, her dil gibi. Ama bu değişiklikler, kimi zaman, dilimizi kendi olmaktan çıkaracak denli yabancı etkilerin altında zararlı biçimlere de girmemiş değildir. Bu bakımdan biz gene dilimizin bugünkü durumunu temel alarak, zaman zaman gerilere bir göz atmakla Türkçeyi hem tarihsel, hem yapısal açıdan görmeye çalışacağız.
Bir dili tarihsel açıdan ele almak, o dilin sözcüklerini, tümcelerini, deyimlerini zaman akışı içinde incelemek, karşılaştırmak anlamına geliyor. Oysa yapısal inceleme böyle değildir, bir süre için tarihsel gelişimi bir yana bırakarak, dil öğelerini belli başlı ilişkileri, yapısal kuruluşları içinde ele alırsak, böylece dilde yapısal bir yaklaşım uygulamış oluruz.
Öyleyse yöntemimiz, gerek sesbilgisi, gerek sözcük ve tümce bilgisi bakımından bugünün gereksemelerini karşılamaya çalışmak ve zorunlu açıklamalar için arada bir geçmişe uzanmak olmalı.
Gerçekte de, arada bir dilimizin geçmişine uzanmak bize çok şaşırtıcı görünümler verecektir. Bu görünümlerin birtakımı sevindirici, birtakımı ise üzücü bir niteliktedir. İşte bugünkü konuşmamızda bu yolu izlemeye niyetlenirken, söylememiz gereken şudur:
Dilimizin gelişimi düz bir çizgi üzerinde olmamıştır, bu gelişim gerilemeler ve ileri atılımlarla oluşmuştur. Başka bir deyişle söylersek, çok gerilere gittikçe dilimizin bugün için anlaşılmaz durumlarda bulunduğunu sanmak, günümüze yaklaştıkça bu anlaşılmazlığın gitgide ortadan kalkacağını düşünmek yanlış olur. İşte bir şaşırtıcı görünüm. Ancak unutmayalım ki, "çok gerilere" sözünü kullanırken, gene de Anadolu Türkçesini amaçlıyoruz.
Sözgelişi, bu yüzyılın başında yazılmış bir şiirle, altı yüzyıldan daha eski bir dönemde yazılmış olan bir şiirin karşılaştırılması, bize bu konuda bir kanı verebilir. Yöntemimize uygun davranarak önce yakın dönemde yazılmış olan o şiirin bir dizesini alalım.
Bu dize şöyledir sayın dinleyiciler:
Dümbâle ise hemişe cümbân
İsterseniz bu dizeyi bir daha okuyalım ve bakalım içinde Türkçe bir sözcük var mı?
Diimbâle ise hemişe cümbân
Ünlü ozanımız Muallim Naci'nin yazmış olduğu bir şiirden bu dize sayın dinleyiciler. Anlamına gelince, ozan bir kuzunun kuyruğunu boyuna salladığını söylüyor: Dümbâle "kuyruk", hemişe "boyuna", cümbân "sallanır" demek. Bu dizede Türkçe olan sözcük, sadece o küçük "ise" sözcüğü.
Şimdi altı yüzyıl öncesine dönelim ve ünlü ozanımız Yunus Emre'den bir şiirin bütününü okuyalım.
Acep şu yerde var m'ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Urum ile Şam'ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin
Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler kalmasın
Şöyle garip bencileyin
Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Ola garip bencileyin
Nice bu dert ile yanan
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra bulalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Hey Emrem Yunus biçare
Bulunmaz derdine çare
Var imdi gez şardan şara
Şöyle garip bencileyin
Bir tek dizeyle, oldukça uzun bir şiiri karşılaştırmamızın doğru olmadığı söylenebilir; ama sayın dinleyiciler, o tek dize sadece uzak geçmişle yakın geçmiş arasındaki dil bakımından az önce söylediğimiz bir gerçeğin ortaya çıkması amacı ile anıldı. Yoksa karşılaştırmalarımızı eşit uzunlukta parçalar arasında da yapabiliriz. O zaman görürüz ki, geçmişte dilimiz, deyim yerindeyse, daha çok Türkçe idi, zamanla Türkçe sözcükler azalmaya başladı. Elbet biz bu olayı ancak şiirlerde ya da düzyazılı kitaplarda izleyebiliyoruz. Konuşmaları bilmemize olanak yok. Onun için de örneklerimizi hep kitaplardan alacağız.
Yunus Emre'nin az önce okuduğumuz şiirine bir bakalım sayın dinleyiciler, orada bugün kullanılmayan Türkçe sözcüklerle karşılaşacağız. En başta "bencileyin" sözcüğü var, "benim gibi" demek. Yeni ozanlarımız, yazarlarımız arasında bu sözcüğü canlandırmak isteyenler oldu, bu çaba şiir bakımından belki çok yaygın bir sonuç vermedi, ama kulağımız alıştı o sözcüğe, artık kim söylese "Ne demek?" diye sormayız. Oysa diyelim elli yıl önce durum böyle değildi. Türkçe sözcüklere istek yoktu o zaman. Bir şiirde, bir yazıda Farsça, Arapça, Fransızca sözcükler ne denli çok kullanılırsa, o şiir, o yazı o denli güzel olur, beğenilir sanılıyordu. Şunu da sırası gelmişken ekleyeyim, bizim Tanzimat dönemindeki, Servet-i Fünun dönemindeki ozanlarımız Yunus Emre'yi okumazlar, onu küçük görürlerdi. Namık Kemal, Sahaflar çarşısında Yunus Emre'nin birkaç şiirini içeren bir kitapçık bulduğunu ve onu elinden attığını anlatır bir yazısında.
Sonra "Bağrı başlı..." demiş Yunus Emre, "Bağrı yaralı" demek. O sözcük de unutulmuş. Daha böyle unutulmuş başka sözcükler var o şiirde: Örneğin "od" sözcüğü var, "ateş" anlamına. "Hasret oduna yanmasın" diyor Yunus. "Hasret ateşine yanmasın" demek. Gene Yunus "mezar" demiyor da "sin" diyor.
Bizim eski ozanlarımızı bu açıdan incelemek çok ilginç karşılaştırmalara yol açıyor sayın dinleyiciler;hele o ozan Yunus Emre gibi büyük bir ozan olursa, yararımız sadece dil karşılaştırmalarına olanak vermesinde kalmaz, dilimizin güzelliğini, uyumunu görüp tatmada herkese büyük kolaylık sağlar. İlk okuyuşta anlarız Yunus Emre'nin ne dediğini ve bugün yazılmışçasına tat alırız ondan.
Ama Yunus'tan sonra dilimiz yavaş yavaş bozulur, "od" kalkar sözgelişi ortadan, onun yerini "ateş" gibi yabancı bir sözcük alır. O "od" sözcüğü bugün sadece "odun" sözcüğünde yaşıyor. Ama bilenimiz çok mudur dersiniz "odun" sözcüğünün içinde "ateş" anlamına gelen bir "od" sözcüğünün bulunduğunu?
"Ne yapalım, olmuş bir kez, unutalım od'u, ateş var ya, onunla görürüz işimizi" denebilir. Nitekim öyle yapıyoruz. Ama bu düşünce doğru mudur değil midir, şu anda çözümlemeye kalkmayalım derim. İlerde sıra gelecek böyle bir tartışmaya. Ancak şuncasını söylemek şimdi yerinde olacak;demek bizim sözcüklerimizden birçoğu zaman içinde yitip gitmiş, onların yerlerini yabancı sözcükler almış. Benim bugünlük, hele şu Yunus örneği ile anlatmak istediğim buydu.
Ama dilimizin başından bir olay geçmiş, "od" gitmiş, onun yerini "ateş" almış diye biz bütün buna benzer olayların karşısında edilgen mi kalacağız? Birimiz de çıkıp "Koruyalım dilimizi" dese yanlış mı olur? Bu gibi olaylar karşısında kollarımızı bağlayıp kalmak, dilimiz her gün biraz daha güçsüz bırakmaz mı? Onun tadını unutturmaz mı? Bakın, bugün Fransızlar, dillerine giren İngilizce sözcükleri atmak için savaşıyorlar. Bu iş için bizim Dil Kurumu'ndan sorup öğrenmeye kalktılar ne yaptığımızı.
İşte böyle olmuş sayın dinleyiciler, bizim ozanlarımız yabancı sözcüklerin saldırısına boş vere vere bir gün gelmiş, "Dümbâle ise hemişe cümbân" diye şiir yazabilmişler. Kimse kalkıp da, "Ayıptır, bunun içinde Türkçe sözcük yok" demeyi göze alamamış; dahası, Türkçe sözcükler ne denli az kullanılırsa bir ozan onca başarılı sayılmış. Bunu başka ozanlarımızdan alacağımız örneklerle de göstermeye çalışacağız.
Ama Yunus Emre'ye dönersek, onun demin okuduğumuz şiirinde bir de şu "kamu" sözcüğü var. "Bütün", "hep" anlamına gelen bu sözcüğü, bildiğiniz gibi bugün canlandırmış durumdayız, kullanıyoruz. Eski bir Türkçe sözcük "kamu". Atatürk, dilde özleşme akımı hızlandığı sıralarda onu "Büyük Millet Meclisi" karşılığı olarak "Kamutay" biçiminde ortaya atmıştı. O gibi girişimler, sonradan birtakım siyasal güçlerce yozlaştırıldı.
İşte dilimizde "Türkçecilik", "sadeleşme", "özleşme" gibi adlarla anılan bu akımın karşısından olanların, bir yerlerine Türkçelerini bulduğumuz yabancı sözcükleri kullanmamaya kalktıkça, "Olmaz" diyerek savundukları sözcükler, dilimize sonradan girmiş olan yabancı sözcüklerdir. "Bozulan güzel dilimiz" dedikleri ise, eskiden bozulmuş olan dildir. Türkçecilik akımı, eskiden bozulmuş olan dilimizi, kendi benliğine, özelliklerine kavuşturmak istemiş ve bunda başarıya ermiştir.
Ancak sayın dinleyiciler, bugünkü konuşmamda verdiğim örnekler, bizde şu kanıyı da uyandıracak niteliktedir: Demek ki, diye düşünebiliriz, bir dilde kimi sözcükler, kimi etkilerle yitebilir, onların yerini almış olan yabancı sözcüklere alışmışsak, onları benimsemişsek, ortada yakınacak bir durum yok demektir. Nitekim işte "mezar" sözcüğünü atıp onun yerine eski "sin" sözcüğünü almak, "sin"i diriltmeye kalkmak artık olacak işlerden değildir.
Böyle denirse, kimi yerde doğru söylenmiş olur sayın dinleyiciler. Biz de o örneği verirken konunun böyle yararlı bir yön tutabileceğini düşünmüştük. Herkesin bildiği gibi, arı dil yoktur dünyada, her dil başka dillerle karışarak yaşamıştır. Türkçenin de bundan başka bir yol izlemesi istenemezdi, beklenemezdi elbet.
Ancak burada söylemek gerekir ki, yabancı dil etkisi, bir anadilin kurallarına da girer, onun sözcük dağarcığında en büyük yeri tutarsa, artık böyle bir etki olağan görülemez, çünkü buna başka dillerde örnek gösterilemez. Kendi gramer kurallarını unutan, sözcük dağarcığının en büyük yerini yabancı sözcüklere veren dil ortadan kalkar.
Bizim de başımıza gelen bu olmuştur sayın dinleyiciler, Osmanlı döneminde Türkçe bir bakıma ortadan kalkayazmıştır. O dönemin en büyük ozanlarından biri olan Baki'nin, Kanuni Sultan Süleyman'ın ölümü üzerine söylediği "mersiye"nin ilk beytinde Türkçe sözcük bir tanedir ve eylem gösteren sözcük yoktur.
Ey pây bend-i dâm gehi kayd-ı nâm ü neng
Takey hevâ-yi meşgale-i dehr-i bidireng
Büyük bir Türk ozanının söylediği bu beyti biz anlayamayız, ama bir İranlı anlar. Burada "ta key" "ne zamana kadar" anlamına geliyor, "ne zamana kadar sürer" anlamına değil. "Sürmek" eylemi söylenmemiştir.
Eğer bu durum temden sürüp gitseydi, elimizde Türkçe diye bir şey kalır mıydı?
Bereket, sayın dinleyiciler, dilimiz halk şiirinde kendini korumasını bilmiş ve bizim o karma Osmanlı dilinden daha güçlü bir ulusal dilimiz bulunduğu konusundaki bilinçlenmede en büyük güç kaynaklarımızdan biri olmuştur halk şiirimiz.
Bizim ta Cumhuriyet dönemine gelinceye değin yazınımız hep iki dilliydi. Bunlardan biri dar bir okur yazar çevresine seslenir, öteki halkın arasında yaşardı. Bunlar birbirlerinden habersizdiler. Şimdi bu durumu birkaç örnekle belirtelim.
Yukarıya ünlü kasidesin ilk iki dizesini aldığım Baki'den bir gazel:
Nâm ü nişâne kalmadı fasl-i bahardan
Düştü çemende berk-i diraht itibârdan
Eşçâr-i bağ hırka-i tecride girdiler
Bâd-i hazan çemende el aldı çenârdan
Her yaneden ayağına altun akar gelür
Eşçar-i bâğ himet umar Cûybârdan
Sahn-i çemende durma salınsın sabâ ile
Âzâdedir nihâi bugün berk ü bârdan
Bâkî çemende hayli perîşân imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rüzgârdan
O yüzyılın sonlarına doğru yaşadığı söylenen Pir Sultan Abdal ise şiirini şu dille söylüyor:
Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir
Şahı sevmek suç mu bize
Kem bildirdin beni Han ’a
Can için yalvarmam sana
Şehinşah bana darılır
Hafid-i Peygamberim has
Gel Yezit Hüseyn'imi kes
Mansur’um beni dara as
Ben ölünce il durulur
Ben Musa’yım sen Firavun
İkrarsız şeytan-ı lâin
Üçüncü ölmem bu hain
Pir Sultan ölür dirilir
On yedinci yüzyılda yaşamış olan ünlü Divan ozanı Nailî'den bir gazel:
Hevây-i aşka uyup kûy-i yâredek gideriz
Nesim-i subha refikiz bahâredek gideriz
Pelâspâre-i rind-î bedûş kâse-bekef
Zekât-i mey verilir bir diyâredek gideriz
Verip tezelzül-i Mansûru sâk-i arşa tamâm
Hudâ Hudâ diyerek pây-i dâredek gideriz
Ederse kand-i lebin hâtır-i mezâka hutûr
Diyâr-i Mısra değil Kandehâra dek gideriz
Tarik-i fâkada hemkefş olup Senaiye
Cenâb-i Külhani-i Lâyhâredek gideriz
Felek girirse kef-i Nâiliye dâmânın
Seninle mahkeme-i Kirdgâredek gideriz
Şimdi bir de Karacoğlan'ın bir şiirini görelim. Araştırıcıların dediklerine göre çağdaş bu iki ozanımız.
Nedendir de kömür gözlüm nedendir
Şu benim geceki uyumadığım
Yaman derler ayrılığın derdini
Ayrılık derdine doyamadığım
Yarin bahçesine yad iller dolmuş
Gülünü koklarken fidanın kırmış
Şunda bir kötünün koynuna girmiş
Şu benim sevmeye kıyamadığım
Kömür gözlüm seni sevdim sakındım
Has bahçene indim güller sokundum
Bilmiyorum gönlüne mi dokundum
Bir belli haberin alamadığım
Karac'oğlan der ki yandım ben öldüm
Her bir kötülüğü kendimde buldum
Dolanıp da kavil yerine geldim
Kavil yerlerinde bulamadığım
Bu durum, Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Âti döneminde de sürüp gider.
İslam dini etkisi ile dilimizde büyük bir yer tutmuş olan Arapça, gene o nedenden ötürü, Farsçayı da etkisi altına almıştı. Farsçada bugün birçok Arapça sözcük vardır. Fakat benzerlik orada durur, anlaşılmayı ortadan kaldıracak, gramer kurallarına dek varacak ölçüde değildir Arapçanın etkisi.
Batı dillerinde Yunancanın, Latincenin yeri konusu ortaya atılacak olursa, burada da söylenecek odur ki, Batı dilleri bir bakıma Latinceden çıkmış dillerdir ve Latince olsun, Yunanca olsun, Batı dillerinde ancak ölü dil olarak etkilerini göstermişlerdir. Ölü dil, bildiğiniz gibi, konuşulmayan eski dillere denir, bu eski dillerden yeni terimler yapmak için kök alarak yararlanılır. İşte Latince, Yunanca bu görevi görmüştür Batı dillerinde.
Gerçi eskiden Avrupa'da bilim adamları doğrudan Latince ile yazmışlar, ama Rönesans'la birlikte o ülkelerde ulusal bir dil yaratma, halkın anlayacağı biçimde yazma akımı doğmuştur. Başka bir deyişle, dilde ulusallaşma, dünyanın her yerinde uluslaşma sürecinin ayrılmaz parçası durumundadır. Türkiye'de başka türlü olamazdı.
Şunu da unutmamak gerekir, sayın dinleyiciler, Osmanlı döneminde "medrese" denilen öğretim kurumlarında okutulan dil Arapçaydı. Demek ki Osmanlı aydını Arapça ile yetiştirilirdi. Fakat Arapça zamanla işlevini göremez duruma geldi Sultan İkinci Mahmut'un İstanbul'da ilk tıp fakültesini açış söylevinde dediklerine bakın: "Çocuklar, bu yüce binayı tıp okulu yaptım. Burada tıp fennini Fransızca olarak öğreneceksiniz. Şimdi kafalarınıza bir soru takıldığını, bunun 'Bizim dilimizde, kitaplarımızda tıp fenni yok mudur ki bir yabancı diliyle öğrenelim?' sözlerinden oluştuğunu bilmekteyim. Düşüncelerinizi ben de doğru bulurum. Sorunuzun yanıtını sizin adınıza gene ben vereyim: Bunun nedeni, yakında yok edileceğini umduğumuz zorluklardır. Gerçekte bizde tıpla ilgili pek çok kitap vardır. Avrupalılar da hekimliği bu kitaplardan çevirip öğrenmişlerdir. Ama bu kitaplar Arapça yazılmışlardır. Az denmeyecek bir süreden beri İslam bilginleri artık bu kitapları okumuyorlar. Fenle ilgili terimleri bilen adamlar gittikçe azaldığından bu kitaplar bırakılmış durumdadır. Onlarla uğraşıp tıbbı öz dilimiz Türkçeye aktarmak zordur. Üstelik Arapça tıp kitapları Avrupalılarınkilere oranla eksik gibidir."
İşte, sayın dinleyiciler, böyle demiş o gün İkinci Mahmut, Arapça ile tıp bilimini öğretmek olanaksızlaşmış da ondan. Padişah bu öğretimin anadilimizle yapılmasını ileriye bırakmış. Demek anadilimizi öğrenmek bu sürecin getirdiği bir zorunluluktu. Türk olan halkın bilim dili de, yazın dili de Türkçe olacaktı elbet, başka türlü o halka ulus adı verilemezdi.
Halkın okumakla yazmakla ilgisi bulunmadığının, böyle bir ilginin gerekli olmadığının sanıldığı bir dönemde, aydın, yönetici katların insanları, istedikleri, beğendikleri, öğrendikleri yabancı sözcüklerle, yabancı dil köklerinden yapılma terimlerle anlaşmayı, yazışmayı doğru bulabilirlerdi. Ama böyle bir yabancı dil eğitiminden geçmemiş olan halkla o aydınların, o yöneticilerin ilişki kurmaları da artık olanaksızdı. Arapça "üç" anlamına gelen bir sözcükten üretilen "müselles" sözcüğünü aydın anlardı ancak, halk anlayamazdı. Ama Arapça öğretimden kaldırıldıktan sonra, o "müselles" sözcüğü, okumuş yazmışlar için de bir bilmece olup çıktı. Gerçi "üçgen" sözcüğü "üç" kökünden üretilmeden önce, okullarımızda daha bir süre "müselles" öğretildi, ama buna artık tam anlamı ile bir "öğretim" denemezdi. Çünkü kimse o sözcüğün "selâse" kökünden geldiğini bilmiyordu, sadece ezberlemekle yetiniyordu onu.
Oysa, sayın dinleyiciler, bir anadil öğretimi sadece ezberciliğe dayatılamaz, biz anadilden yapılma sözcüklerimizin köklerini biliriz, o güne değin duymadığımız köklerden yapılma sözcükleri, terimleri ise, ses yapılarından ve benzerlerini anımsayarak kendimize yakın buluruz. Sadece bilimsel tanımları ile öğrenilen yabancı kökten gelme sözcüklerin, terimlerin durumu ise böyle değildir;onları ezberlemekten başka çare yoktur. Böylece sözcükler, terimler birbirine benzemeyen, tek tek bellenen şeyler durumuna gelir ve öylesi bir dilde sözcük ailelerinden söz edilemez. Arapça okumuş biri için "müselles" sözcüğünün "selâse" ile benzerliği açıktır, çünkü kökleri birdir bu iki sözcüğün. Ama Arapça okumamış bir Türk bu benzerliği seçemeyeceği için, o "müselles" sözcüğünü ancak ezberleyerek öğrenebilir;oysa "üçgen" sözcüğü Türk'e yakındır, bunun "üç" ile benzerliğini bir Türk kolayca çıkarabilir.
Başka bir örnek üzerinde duralım: "Tayyare" sözcüğü Arapçadır, ama Türkiye'de uydurulmuştur. O zaman yeni çıkan bu hava aracına bir ad takmak gereğini duyan Türk aydınları, demek ki Arapça ile yetişmiş olan Türk aydınları, Arapça "tayara" kökünden yapmışlar o "tayyare" sözcüğünü. Peki, Araplar ne diyorlardı dersiniz? Eskiden "El avion" diyorlardı, şimdi "tayyar" diyorlar. Gerçekten tuhaf bir durum! Arap, kendi sözcük köklerinden biriyle yapılmış olan bu yeni sözcüğü bizden alıp kullanıyor. Tuhaf, ama görülmemiş bir olay değil. Batılılar da terimlerini Yunanca, Latince köklerden yaptılar. Sözgelişi, telefon, telgraf, teleskop, telefoto... sözcüklerindeki o "tele" öneki uzak anlamına gelen bir Yunanca sözcük, ötekiler de sırası ile "ses", "yazı", "görünü", "resim"... anlamlarına geliyor ve böylece bu uydurma sözcükler sırası ile "uzak-ses", "uzak-yazı", "uzak-görünü", "uzak-resim"... gibi anlamları veriyor bize. Gerçekten benzerlik çok o bizim uydurduğumuz "tayyare" sözcüğü ile bunlar arasında. Demek bizim aydınlar da Arapçayı bir ölü dil gibi kullanmışlar.
Ancak, sayın dinleyiciler, böyle yararlı bir yolda kullanılan bir ölü dil mutlaka okullarda okutulmalıdır. Batıda Yunancanın, Latincenin okutulması da işte bundandır. Biz telefon sözcüğündeki "tele"yi ve "fon"u merak etmiyoruz bile, nedir bunlar diye... Ama Batı'daki okullarda okumuş biri bilir bunu. Demek Arapça köklerden bizim yeni sözcükler, yeni terimler uydurabilmemiz için o dilin okullarımızda okutulması gerekli oluyor, eskiden olduğu gibi.
Ama az önce okuduğumuz İkinci Mahmut'un sözlerini anımsarsak, Arapçanın yeni zamanlarda nasıl güçten düşmüş olduğunu anlarız. Ne diyor İkinci Mahmut: "Arapça kitaplar eksiktir, onlarla tıp bilimini öğrenemeyiz" diyor. Arapçayı yeni sözcükler türeterek zenginleştirmek de bize düşmez sanırım. Biz o dili zenginleştireceğimize, kendi dilimizi güçlendirsek daha iyi olmaz mı? Kuşkusuz daha iyi olur, örneğin Almanlar hem ölü dilköklerinden yapılma terimleri, hem de German köklü terimleri kullanıyorlar. Ama biz Arapça tıp kitabını bırakıp Fransızca tıp kitabına geçmişiz;hep dilimizin zenginleştirilmemesinden, güçlendirilmemesinden. Bir ulus her şeyden önce kendi öz dilinin olanaklarını genişletmeye bakmalıdır.
12 Nisan 1975