Bir bütün olarak kültürel alanın tümünün inşasına ve sürekli kontrolüne yönelik görülen en belirleyici unsur, giderek bedenin biyolojik işlevlerinin çok ötesine taşınarak cinsel kavramların, göstergelerin, tüketim arzularıyla iç içe, hatta daha soyut, öte bir anlamda, insanın kendi varlığını da aşan, onun arzulanan ancak hiçbir zaman ulaşılamayan olarak kalacağı belirsiz, uçucu bir mekâna ve zamana sıkıştırılarak, seksüel seçimlerin şiddetle vurgulandığı bir pazar dilinin oluşturulması ve bu dilin hâkim kılınmasıdır. Bu alanın gelişmiş kapitalist-endüstriyel yapıların eliyle sürekli bir biçimde işlenmesi, iktidarların politik başarılarının, niteliği ne olursa olsun tüketim nesneleriyle tüketici kitlesini hangi oranda buluşturabildiklerine bağlı olmasıyla sürekli zorlanmakta, geliştirilmekte, programlanmakta ve denetlenmektedir. Düzenlemenin hızı ve yoğunluğu o denli yüksek bir bantta seyreder ki var olan kültürel alanla, o alanda devinen insan bilinci arasında derin bir uçurum yaratılır. Uçurumun kenarındaki her birey yavaş yavaş kimlik duygusunu yitirmeye başlar ve sonunda tüketim olgusu içinde kendiliğinden, doğal olmayan bir sınıflandırmayla oluşturulmuş tüketim modellerinden birine, bir sosyal statü grubuna dahil edilir.
Modern dünyada doğan her çocuk, doğal bir tüketici olarak buradadır ve daha ilk deneyimleriyle bunu öğrenmek zorunda kalacaktır. Dünyaya gelişleri modern kapitalizmin insanlık için ürettiği malları tüketmeleri için kodlanmış bir sıra arzuyu kendilerinde var etmeleriyle olmamıştır. Freudcu kuramlara dönmek gerekirse, bilinçdışı birlikte doğulan bir şey değil, oluşturulan, üretilen ve geliştirilen bir şeydir. Kesin olarak bilinmese de çocuklardaki bu ilk deneyimlerin, ilerleyen süreçte kendilerine bir kimlik kazandıracak olan her türlü ifade şekillerine ve tüketim biçimlerine gösterecekleri reaksiyonları örgütlediği açıktır. İçinde var olan gerçeklik farklı kültürler içinde eğitilen, belli inanç dizgeleriyle sembolleştirilen bilinçdışının evrenidir ve bu evren, insan davranışlarının, tüketim olanakları karşısında gösterdiği tepkilerin ve aldığı sonuçların olay yeridir. Seçilen oyuncaklar, tüketilen yiyecekler, içecekler, giysiler ve televizyon, bu ilk tüketim deneyimlerinin birer parçasıdır. Onlar tüketici olmayı öğrenirler, buna alıştırılırlar. Erotizm bu ilk deneyimler dizisinin içinde belirleyici bir unsur olarak gelişimin erken dönemlerinde bilinçdışındaki yerini alır ve sonraki süreçte reklamlar aracılığıyla tekrar bilinç eşiğine çağrılır. Böylece televizyon programları -ve daha çok reklamlar-, arzuladıkları ve belli bir doyum yaşayacakları her türden deneyimi, ekonomik koşulları o arzu nesnesine sahip olmasına olanak sağlasa da sağlamasa da pek çok insanın alıcı ya da tüketici durumda tutulmasını sağlar. Süreç içinde semboller aracılığıyla sürekli tetiklenen insan, tükettikleriyle belli bir tüketim kalıbı içinde kendine bir kimlik edinir.
Kimlik kavramı kültürel, sosyal ve ekonomik bir süreç olarak, sürekli tüketime çağrılan bir hareketliliği içerir ve kapitalist çokuluslu şirketler aracılığıyla gittikçe daha evrensel bir hale getirilir. Kendi tarzını yaratma ya da bulma, heyecan, her türden can sıkıcı ve emek gerektiren yorucu uğraştan kaçma, çevresindeki herkes için bir çekim merkezi haline dönüşme isteği bireylerin en önemli yaşam kaygıları haline getirilmekte ve bu kaygılar tüm tüketim kalıplarına etki etmektedir.
Sonucun yarattığı şiddet o kadar derindir ki, bu durum insanların algısında kimlik oluşumu konusunda sosyal sınıf kavramının ortadan kalktığını varsayan bir yanılsamayı da beraberinde getirir. Temelde bu yanılsamanın kaynağı ise edinilen kimlikler arasındaki geçişlerin, tüketimin yarattığı hareketliliğe uygun olarak çok kolay gerçekleşebilmesidir. İlgi alanları, boş vakitlerin değerlendirilmesi, ait olmanın politik ya da dini sınırları, zevkler, stiller hızla değişime uğrayabilmekte, yakınlaşmakta, iç içe geçmekte ya da birbirinden uzaklaştırılmaktadır. Aslında üretimi yapılan, dağıtılan ve pazarlanan şey, bütünlüklü bir yalanın parçalarının sürekli yeniden üretiminden başka bir şey değildir.
II. Dünya Savaşı sonrasında, kitle algısı üzerinde mevcut tüm kültürel değerlerin, yerelliklerin tekrar tekrar dönüştürülerek, bir meta yığını olarak durmaksızın aktarıldığı bir büyük boşluk yaratılmış ve bu boşluğun üzerine sürekli büyüyen, gelişen bir pazar bina edilmiştir. Bu pazarın işleyişini ve kontrolünü düzenleyen dev şirketlerin kitle iletişim araçlarına sahip olma yönündeki güçlü eğilimleri, üretim ve tüketim olgularını, iletişim alanlarıyla iç içe geçmeye zorlamış, sonuçta kültürel alan ticari alana eskiden olduğundan çok daha fazla yakınlaşmış, onun dinamik bir organı haline getirilmiştir. Bu ağ içinde yaratılan kitle kültürü insanın özüne dair birçok değeri ortadan kaldırarak kendini popüler kültürün de üzerinde bir yerde konumlandırmıştır. Dünya üzerindeki kültürel ve toplumsal sorunların kitle iletişim araçlarının sağladığı olanakların etkin kullanımıyla, içlerinde barındırdıkları temel çatışmalardan, çelişkilerden soyutlanarak sunumu, daha uzun yıllar sürecek bir ticari kültürel hegemonyanın ayaklarını kurmakta, onu beslemekte ve geliştirmektedir.
Kitle algısının temel çelişkilerinden arındırılmasıyla tüketim olgusunun yarattığı illüzyon, mevcut otoriter iktidar biçimlerinin kapitalist sistemin kendisiyle birlikte zorbalıkla yazılmış tarihini siyahtan beyaza çekmekte, onu, arzunun sevimli, zararsız nesnesi haline dönüştürmektedir. Dünyanın her yerinde insan algısı üzerine indirilen geniş bir karanlık hüküm sürmekte ve var olan her şeyi kullandığı araçlarla sürekli dönüştürmektedir.
Yaşadığımız coğrafyada yaratılan ve sürdürülmek istenen yeni dünyanın kalbine doğru giden bu sancılı süreçte bütün bu kimlik arayışların ve yanılsamaların en belirgin yanlarıyla ortaya çıktığı, yaşandığı görülecektir.
Sürekli bir kaosun etrafında yaşamaya zorlanan insanların gündelik hayatın içinde kendileri için yaptıkları her seçim, hastalıklı hale getirilmiş toplumsal ilişkiler ağının karanlık yüzüne dair derin izler barındırır.
Türkiye'de kültürel alandaki faaliyetler de dünyanın başka diğer her köşesinde olduğu gibi, işte bu bozulup, parçalanmış kültürel bilincin açık pazarı haline getirilmiştir. Bu bilinç şimdilerde özellikle TV programlarıyla, durmaksızın akıp giden reklam kuşaklarıyla, 'talk show'larla, tüm zırvalıklarıyla renkli ekranlarda boy gösteren terapistlerle çıkılan ızdıraplı spiritüel yolculuklarla, giderek muhafazakârlaşan sözümona bilgi toplumuyla, tavan yapmış demokrasi zırvalarıyla; her geçen biraz daha yoğun bir biçimde, var olan nerdeyse her şeyin, özünden koparılarak manipüle edilmiş sunumuyla bir foseptik çukuruna dönüştürülüp bu pazara uygun bir şekilde, yeniden örgütleniyor.
Durumun vahameti karşısında yüksek 'Türk Entelijansiyası'nın şu zamana kadar herhangi bir tavır alamayışı çok da şaşırtıcı değildir. Zira zaman mevcut durumdan faydalanma zamanıdır. Türk edebiyatında müzisyenlerin yazar olduğu, kiminin bir banka reklamında, kiminin falanca barda filancalarıyla, kiminin de kumda oynadığı tuhaf bir zaman; çürümenin, tıkanmışlığın ve soytarılığın zamanı.
'Yeniden keşfetme' söylemlerinin prim yaptığı böyle zamanların pervasız, gözü dönmüş kapitalist hesap uzmanları, yaratma özrünü üstünde taşıyan bir yığın zavallıyı allayıp pullayarak en ufak bir rahatsızlık hissetmeden tekrar ve tekrar üzerimize saldığı zamanın çok satan yayın pazarı neredeyse fırsat bulduğu her kitap için başlık olarak kullanmakta sakınca görmediği bir sözcük olarak 'aşk', eser sahibinin kendisini de içine alan dar, basmakalıp ve sıradan bir dünyanın her kapıyı açacağı varsayılan anahtarı olarak kullanılmaya devam ediliyor.
İktidar nerede olursa olsun, kitle iletişim araçlarının sağladığı yazınsal, görsel ve sözlü söylem olanaklarıyla yaşamın tümünü kuşatmakta ve ihtiyaç duyduğu gücün varlığını bu şekilde meşrulaştırmaktadır. Böylelikle arındırılmış zihinlerden gizlenen iktidar, yaptığı her şeyin insanlığın yararına olduğu konusunda son derece ikna edicidir. Karşı ideolojinin sansürlenmesinde, inançların yön değiştirmesinde ve bu sayede toplumsal bilgilenme üzerinde kontrolün sağlanmasında işte bu söylemin olanakları kullanılmaktadır.
Artık önemli olan şudur:
Gece radyonun hafif parazitli dalgaları arasından dinlenilen konuşma şöyleydi:
Allo Allo burası New York, Türkiye'deki sayın dinleyicilerimiz. Bu akşamki yayınımızda sizinle, bütün dünyanın tanıdığı büyük artist Charlie Chaplin konuşacaktır. Dahi artistten bu konuşmayı ricaya giderken arkadaşlarla 'yaparsın yapamazsın' diye çok iddia ettik ve işte şimdi görüyorsunuz ki iddiayı biz kazandık. Charlie Chaplin'i evinde ziyaret ettik. Bizi kapıda karşıladı. Ona yaklaşarak kendisinden Türkiye için bir konuşma rica edince yüzünde tebessüm çizgileri, gözlerinde tuhaf ışıklar belirdi. İngilizce, 'Bakalım, belki.' dedi. 'İçeriye girin konuşalım.' bizi büyük bir samimiyetle karşılayan Charlie Chaplin birçok sorular sordu. Kendisine tatmin edici açıklamalar, cevaplar verdik. Hatırımız ve Türkiye'deki dostlarının hatırı için stüdyomuza geleceğini söyledi.
Sayın dinleyicilerimiz, bundan sonrakiler stüdyomuzda cereyan etmektedir. Aziz dinleyiciler, şimdi dünyanın tanıdığı ve kâinatla alay etmekten korkmayan Charlie Chaplin'i takdim edeceğiz. Charlie Chaplin Altına Hücum, Modern Zamanlar, en son olarak da diktatör filmleri ile kahkaha fırtınaları uyandırmıştı. Dahi sanatçı, son filminde dünyanın en tuhaf adamı rolünü oynuyor ve bu filmi görenler hala gülüyorlar.
Sayın dinleyiciler şimdi bir Türk spiker bayan, artiste Türkçe sorular soracak, o da cevapları İngilizce olarak verecek. Bu esnada Şarlo ve bayan spiker mikrofon başına gelirler:
- Nasılsınız Mister Chaplin, sizi yanımızda görmek bizim için hem büyük bir zevk, hem de büyük bir şereftir. Türkiye'deki dostlarınıza ve sizi sevenlere söyleyecek bir şeyiniz var mı?
- Her şeyden önce Türkiye'deki dostlarıma selamlar göndermek isterim. Türkiye'yi ilk fırsatta ziyaret etmek isterim.
- Eminim bu güzel memleketi görürseniz çok memnun olacaksınız ve orasını çok seveceksiniz. Sonra sizi Türkiye'de görmek istemeyecek tek kişi tahmin edemiyorum.
- Dostlarım benimle bu konuşmayı yapan bayan çok güzeldir ve Türkiye'yi ziyaret etmeyi istememe bu da bir sebeptir.
- Teşekkür ederim Mister Chaplin, Türkiye'de sizi dinleyen dostlarımıza bir şeyler söylemek ister misiniz?
- Evet, onlara bir hikâye anlatmak istiyorum. Bütün ömrümde işittiğim hikâyelerin en güzeli, en hoşu. Nasreddin Hoca'nın bir hikâyesidir. Hikaye şudur: Bir gün Hoca evinde oturup kahvesini içerken komşusu gelir, odun kesmek için ormana gideceğini, eşeğini birkaç saatliğine ödünç vermesini ister. Hoca, eşeğim yok, çocuk onunla pazara gitti, diye cevap verdiği sırada, gerçekte ahırda olan eşek anırmaya başlar. Komşu, be Hoca, sen sakalından utanmıyor musun, ne diye yalan söyledin, işte eşek ahırda, deyince, Hoca bana mı inanacaksın, yoksa eşeğe mi, diye cevap verir.
- Oh, çok güzel Mister Chaplin, size çok teşekkür ederim.
Bayan spiker İngilizce anlatılmış olan bu hikâyeyi Türkçeye çevirir.
- Ha, durun durun, Mister Chaplin galiba sizlere birkaç söz daha söylemek istiyor. Buyrun sizi dinliyoruz.
- Evet sevgili dinleyicilerim bugün bütün dünyayı aynı soru uğraştırmaktadır, hepimiz insanlara mı inanacağız yoksa eşeklere mi inanacağız?
(7 Aralık 1942, Vatan Gazetesi)
Kaynak: Bütün Yönleriyle Nasreddin Hoca, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Yılmaz Yayınları