Anadolu'nun güneyini bir sur gibi çeviren Toros Dağları, Malatya ilinin sınırlarına ulaştığında Bey Dağları adını alır, Malatya Ovası'nda heybetini kaybeder, en düşük seviyesine inerek, Tohma Suyu'nun Fırat Nehri'yle buluşması için ona yol verir.
Sıradağlar Malatya'nın kuzeydoğusuna doğru ilerledikçe tekrar küçük kıvrımlar yaparak gittikçe yükselir; bu bölgeye ulaştığında, yörenin en yüksek ve heybetli dağları olan 'Ayrancı Dağları' adını alır.
Bu sıradağların zirvesi, yörede 'Koca Dede' olarak adlandırılır. Hemen bitişiğindeki tek başına yükselen küçük dağın adı ise 'Türkmenlik' olarak bilinir ve köylülerimiz bu küçük dağın güney yamacındaki vadiyi yurt edinmişlerdir.
Her iki zirvenin köylülerimiz için mistik yönleri vardır. Uykularımızı kaçıran, karmaşık hikâyelerle atalarımızın yer yer kahramanlık öyküleriyle gurur duyarken, onların ödediği bedeli unutmadan, topraklarımıza hepimiz tutkuyla bağlı kalmıştık.
Çocukluk anıları asla unutulamaz. Benim de unutamadığım, temeli taş ustaları tarafından şekillendirilmiş, üst kısmında ise toprak ve saman çöpleriyle yoğrulmuş çamurun tahta kalıplarla biçimlendirilerek yapıldığı kerpiçten yapılmış evimizdi.
Topraklarımız bereketli sayılmazdı. O yüzden yokluk ve sefalet, unutamadığımız diğer bir konudur. Çocuk aklımızla, kaderimizin yokluk içinde yaşayan atalarımızdan farklı olmadığını, anlatılan hikâyelerin içinde sadece bizim anlayabileceğimiz cümlelere yansıyan isyan ve yakarışlardan anlayabiliyorduk.
Yüzyıllar önce Saray'dan aldıkları ölüm fermanını yerine getirmek için kahpe cellatların koşturdukları atlarının nal ve kırbaç seslerinden kurtulup kahpe düzenden izole olduğumuz o kerpiç evimiz "sımsıcak, huzurlu bir yuva" ve aynı zamanda kara bir zindandır.
Sımsıcak yuvaydı; çünkü topraklarımızda mutlu ve huzurluyduk. Zindandı; çünkü daima içine kapanıp yaşamak zorunda kalmıştık. İsyanımız, bahtsız kaderimize değil; kahpe, onursuz düzene oldu hep.
Yarısı toprağa gömülerek yapılmış kerpiç evlerde, yeraltında yaşamak zorunda kalan varlıklar gibi yaşamak zorunda kalmıştık. Sadece, yaşamak için mecburen onları taklit edip yaşamak zorunda olduğumuzu yüzyıllar öncesinden öğrenmiştik.
Her güzelin bir eksik yanı vardır. Kerpiç evlerin de tek eksiği küçük pencereleriydi. Pencerelerimiz, düşmanlardan korunmak için duvarlarının ulaşılamayacak en üst noktalarında kenarları çamurla tutturulmuş küçük cam parçalarından ibaretti.
O yüzden hep kocaman pencereli evlere imrenirdim. Olmayanı arar ya hep insan; evimizde olmayan büyük pencerelere özlem duyarken ben, ansızın daha büyük bir pencere buluverdim sonra. Hem de evimizdeki pencerenin binlerce katı büyüklüğünde.
Kitaplardaydı o pencere...
Ve koskocamandı, perdeleri de ardına kadar açık.
Ve dedim ki, iyi ki küçücük pencereli, kerpiç bir evde doğmuşum; yoksa bu denli büyük bir pencereyi asla keşfedemezdim.