Var olma duygusuyla elini uzatmalıydı aşka. Cesaretini ürkek yüreğiyle ve yorgun bedeniyle toplamalıydı. Mutluluk tohumları ekmeliydi ruhunun derinliklerine. Çok kırgındı, acılıydı. İnsanlara ve kötülüklere kızgındı, çaresizdi.
Kırgınlıklarına, acılara merhem olmalıydı aşk. Sarıp sarmalamalıydı kötü anıları. Üzerindeki ışığıyla tesir etmeliydi. Mezarına doğan güneş ışığı oydu. Yaşarken öldürmüştü kendini. Sevgiye, aşka inanmamak, ölmek demekti.
Toprağın kokusu sinmişti üzerine. Bu eşsiz koku, aşk kokusuyla eşdeğerdi. İnzivaya çekmişti bedenini. Ruhunu ise özgür bırakmıştı. Belki bu yeraltı sarayından kaçıp kurtulabilirdi. Yerin altı dipsiz kuyu, kör karanlıktı.
Aşkın ışığı gözünü kamaştırmıştı. İşte gelmişti aşk! Toprağın son çıkışında, ışık huzmelerini saçmıştı yüzüne. Aydınlanmıştı ışığıyla bir kere. Korkmuyordu artık. Zamanları ve mekânları farklıydı; ama kalplerinin ritimleri aynıydı. Acılardan güçsüz kalmış bedenini ayakta tutan tek şey de kalbinin ritmiydi.
Aşk, zamanı durduran kutsal ve tarifsiz bir duyguydu! Kalpleri aynı anda çarptıran, sihirli bir ritimdi.