– Son olarak da şurayı imzalamanız gerekiyor.
Çok küçük puntoyla yazılmış metnin alt kısmındaki kutucuğu imzalarken sımsıkı kavradığı kalemin üzerinde bulunan simli, kabarık banka logosu gözüne ilişti. İşaretparmağının ucuyla hafifçe yokladı, tuhaf bir ürperti duydu. Aslında tuhaf olan ürperti değil, dokunur dokunmaz saniyeler içerisinde aklından geçenlerdi.
– Güzel kalemmiş!
– Beğendiyseniz hediyemiz olsun.
– Çok teşekkür ederim!
Kaleme kısa bir müddet baktıktan sonra, ceketinin içcebine yerleştirdi. Bankadan çıkarken suratında esrarengiz bir tebessüm vardı.
Mutluluk... Yeniden borçlanarak da olsa, hayli birikmiş ve ödeme vakti çoktan geçmiş yüklü bir meblağdan kurtulmanın mutluluğunu yaşıyordu. Bu duyguyu daha önce de birçok kez yaşamıştı. Soluğu bir banka şubesinde alıp bir önceki halinden daha fazla borçlanarak çıkmaya alışkındı. Ceketinin içcebindeki kalemi yokladı, içini ısıtan bir duyguyla çekip çıkardı ve sımsıkı kavradı. İstemdışı bir şekilde yazıyormuşçasına parmaklarını hareket ettirdi. Yolunun üzerindeki parka girerek sağlam kalabilmiş tek banka oturdu. Kredi kartının hesap pusulasını çıkararak kalemin ucunu arkasındaki boş bölüme sürtmeye başladı. Çok açık bir mavi tonu vardı mürekkebin; iç açıcıydı ve hoşuna gitmişti. Önce karaladı, imza örnekleri denedi, anlamsız kelimelerden oluşan kısa cümleler yazdı sonra da:
– Paltodan çıktık...
– Gogol’un paltosu...
– Fyodor bir kumarbazdı...
– Astopovo tren istasyonunda ölen yaşlı adam...
Kâğıtta boş yer kalmayınca yazmayı bırakmak zorunda kaldı, kalemi cebine yerleştirdi, karalamalarla dolu hesap pusulasını da buruşturup yakınındaki çöp kutusuna attı. Canı sıkılmıştı, nedenini bilemiyordu ama üzgün hissetti kendini. Hızlı adımlarla yürüyerek minibüs durağına yöneldi.
***
– Evin içerisinde herhangi bir delil bulabildiniz mi?
Genç komiser yardımcısı elindeki buruşmuş kâğıdı amirine uzatarak yanıtladı:
– Adam intihar etmiş amirim. Gerçi kalp krizi gibi görünüyor ama bıraktığı bu not intihar ettiğini ispatlıyor.
– Not mu bırakmış?
Başkomiser kâğıt parçasını alıp arkasında ne olduğu anlaşılmayan karalamalara göz attıktan sonra, kıvrılan yerleri düzeltti ve mırıldanarak okumaya başladı:
"Bugün dünden daha ıstırap verici. Her geçen saat umudum bir kat daha azalıyor ve bir türlü düşüncelerimi dizginleyemiyorum. Bu son olsun istiyorum. Tanrım! Ne olur son olsun bu!!!"
– 'Son olsun,' dediği nedir, bir fikrin var mı?
– Henüz bilmiyoruz amirim, fakat aynı tür kâğıtlardan neredeyse bir oda dolusu var. Hepsi de kırmızı kalemle yazılmış, tuhaf gibi görünüyor ama mürekkebe bir bakarsanız...
Başkomiser bu kez cebinden okuma gözlüğünü çıkararak taktı ve kâğıdı yüzüne doğru iyice yaklaştırdı. Yazıdaki noktalama işaretleri mürekkepten ziyade pıhtılaşmış kan lekesini andırıyordu.
***
– Otopsi raporu geldi amirim.
– Hangi rapor o? Bahçelievler’deki vakanın mı?
– Evet amirim, intihar ettiğini düşündüğümüz adamınki.
Başkomiser dosyayı alelacele açtı, raporun sonuç kısmını okur okumaz karşısında duran adama hayli şaşkın bir vaziyette baktı.
– Ama bu imkânsız!
Genç komiser yardımcısı, amirinin verdiği tepkiyi önceden tahmin etmişti.
– Evet efendim, çok tuhaf bir vaka olduğunu söylemiştim.
– Adamın vücudunda tek bir yara izi dahi yok, fakat kan kaybından öldüğü rapor edilmiş!
***
"Karmakarışık...
Bu kaçıncı mektubum bilemiyorum. Hiçbirini gönderemedim sana; aslında eline ulaşması için değil, sırf yazmayı bırakamadığımdan sarf ediyorum bu saçma sapan cümleleri. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazdıklarım eskisi kadar mantıksız gelmiyor bana. Her geçen gün beni başka biri yapan mektupların, vücudumun içerisine hapsettiğim kişilikleri zincirlerinden kurtararak özgürlüklerine kavuşturduğunu düşünmekteyim. Kafka'nın Dönüşüm'ündeki Gregor Samsa'nın içinde bulunduğu haletiruhiyede hissetmeye başladım kendimi bugünlerde. Sabah uyandığımda belki bir böcek olmayacağım, ya da insanlara farklı bir surette görünmeyeceğim ama bu, Yunus'un dediği gibi 'benden içeri bir ben' olduğu gerçeğini asla değiştirmeyecek. Birçok 'ben'den oluşan kalabalık ruhumun gürültüsünü azaltmaya yarayan kalemim, Büyük İskender'in kılıcı gibi içimdeki tutsak ruhların bağlı olduğu urganların düğümlerini birer birer parçalarken, ağrısı hafifleyen kalbim minik bir serçeninki kadar hızlı atmakta. Halsizliğimin ve çakırkeyif derecede sarhoşluğumun üzerimdeki yükün azalmasından mı, yoksa günlerdir elimdeki kalemi bir an dahi bırakmadan yazmamın getirdiği yorgunluktan mı kaynaklandığını bilmiyorum.
Tek bildiğim...
Tek bildiğim aslında hiçbir şey bilmediğim.
Mütemadiyen, zihnimin derinliklerinde bir yerde sakladığım, onlarca yıldır konuşamadığım cümlelerin isyanıyla başa çıkmaya çalışıyorum. Okuduğum romanların tüm karakterleri yalınkılıç karşımda ve ben savunmasızca dil döküyorum elimdeki kalemin mürekkebini gövdeme siper ederek."
– Kırmızı kalemle yazılmış yazıların, daha ziyade, mürekkebin koyu maviden mora dönüştüğü yerin başlangıcı bu metin amirim.
– Tükenmezkalemin de tükendiği bir yer var en nihayetinde, değil mi?
– Hayır amirim, düşündüğünüz gibi değil, adam kalemi değiştirmemiş.
– Yani?
– Kalemin mürekkebi yazarken renk değiştirmiş.
– Odadaki tüm kâğıtları incelediniz mi?
– Bir oda dolusu var amirim, hepsini incelememiz aylar sürer.
– Mürekkep tonuna göre ayırın ve aralarından en okunaklı olanları inceleyin o zaman.
***
"Sabah...
Bugün dünden daha soğuk; üşüyorum. Parmaklarımın uyuşukluğu da geçmiyor bir türlü. Ama her geçen saat ruhumun biraz daha huzur bulduğunu söyleyebilirim.
Günlerdir bu odadan dışarı adımımı atmadım. Uyumadım, yemedim, hatta doğru dürüst su dahi içmiş değilim. Buna rağmen hiçbirine ihtiyaç duymuyorum. Bir yerlere bir şeyler yetiştirmeye çalışırcasına mütemadiyen yazıyorum.
Hamsung'un kahramanını açlığa mahkûm edişini ya da Daniel Defoe’nun Crusoe'yu ıssız bir adaya terk edişini okurken, hayatın ne kadar acımasız olduğunu düşünürdüm, oysa şimdi modern dünya vampirleri tarafından kanları emilen benim gibi insanların varlığı, onların oluşturduğu hayal mahsulü evrenleri çok daha masum kılıyor.
Kan kokusu...
Kanın nasıl koktuğunu ilk defa kendi burun kanımı içtiğimde öğrenmiştim. Yıllar öncesindeki bir kavgadan kalma bu kokuyu yeniden, hele bir de vücudumun herhangi bir yeri kanamazken hissetmem hayli tuhaf.
Uykuya, derin ve deliksiz bir uykuya o kadar ihtiyacım var ki!.."
***
– Bu koliler de neyin nesi?
– Mektup... Aslında daha çok kime ve niçin yazıldığını çözemediğimiz yazılar amirim; isteğiniz üzere getirttik. Gerçi dava dosyası kapandı ama...
Başkomiser, suratını sıvazlayarak baktı kolilere. Başını ellerinin arasına alarak koltuğun arkasına doğru iyice yaslandı.
– Biliyorum, kayıtlara normal bir ölüm vakası olarak geçse de, bir şeyler... yani, her neyse, merak diyelim... Sen çıkabilirsin, iyi akşamlar.
Öne doğru uzanarak bir süre önce göz gezdirdiği dosyayı kapattı, yerinden doğrulup genç adamın getirdiği kolilerden birini masasının üzerine koydu. Mektup açacağıyla bandını sökerek elini içerisine daldırdı ve kavrayabildiği kadar kâğıdı dışarıya çıkardı. İrili ufaklı, buruşturulmuş ve topak haline getirilmiş olan kâğıtları tek tek düzeltmeye çalıştı. Ofisin içerisine nahoş bir koku yayılmıştı. Çürük et kokusuna benziyordu. Birkaç dakika sonra, düzeltip üst üste koyduğu kâğıtlardan birini önüne aldı ve okumaya başladı...
"Ve nihayet sabah oldu...
Biliyorum, yeni günde de hiçbir şey değişmeyecek. Ama ben, o eski ben olmayacağım artık. Ruhum, bedenim, yaşantım değişecek, muhtemelen düşüncelerimden başka her şey. Ama içinde bulunduğum bataklıktan beni çekip çıkaracak bir elin uzanmayacağından adım gibi eminim. Kapatılan kapıların, kaybedilen yılların ve farklı düşündüğüm için önüne set çekilen yolların muhakemesini yapmadım hiçbir vakit.
Düşüncelere zincir vurulabilir mi?
Düşünceleri zincirlenen bir yazar kendisini ne kadar özgür hisseder?
Tolstoy'un ömrünün son gününde bir tren istasyonunda ne işi vardı?
Quasimodo Esmeralda'ya âşık mıydı, yoksa kendisine su verdiği için minnet mi duyuyordu?
Raskolnikov suçlu muydu?
Köy öğretmeni Zehra’nın acımasızlığı annesinin mi mirasıydı?
Benim, bu karanlık odada, daha önce bir araya getirmediğim ama aslında her daim bilinçaltımda sakladığım roman kahramanlarıyla ve onları var eden yazarlarıyla müşterek mevzularda buluşmam hayra alamet olmasa gerek.
Beceriksiz bir yazar mıyım, yoksa yazılarını kitlelere ulaştıramayan, popülist söylemleri olmayan, imkânları sınırlı ve kimseler okumasa da yazma tutkusunu dizginleyemeyen bir biçare miyim?
Emin değilim...
Gücümün tükenmek üzere olduğunu hissediyorum.
Biraz uyku!
Bir sahil kasabası hayal ederek, beton yığınları arasında tükettim yıllarımı. Ne bir martı gördüm devasa gökdelenlerin etrafını tavaf eden, ne de bir karabatak inşaat çukurlarındaki birikmiş sudan kafasını çıkaran. Kuş sesi duymayalı asırlar olmuştur belki de.
Asıl sorunum bu değil, ben ifadelerime muhatap bulmaktan ziyade, muhataplarıma kendimi ifade edememekten mustaribim.
Anlaşılamamak, ısrarla anlatmak, anlatmak için ısrarcı olmak, vesaire, vesaire, vesair...
Varlığının kendinden başka hiç kimse için anlamı olmayan bir böcek gibi!
Biraz sonra gün ışığı kısa süreliğine de olsa girecek penceremden. İnsanların sadece ayaklarını görebildiğim, dış kısmı demirlerle çevrili o dar ve uzun pencereden dışarı her baktığımda içi su dolu karanlık bir çukurda hissediyorum kendimi.
Beni bu çukurdan çıkaracak bir elin uzanmasını beklemiyorum yıllardır."
– Bir şeyler var, evet biliyordum!
Başkomiser, bir yandan mırıldanırken diğer yandan kâğıtlardaki yazıların renk değiştirdiği yerleri ayırt etmeye çalışıyordu. Aralarındaki ton farkı fazla belirgin değildi.
***
"Üşüyorum...
Mektupların muhatabı... adresi yok!
Siz bu metinlere başarısız bir yazarın, yaşamı boyunca azap çeken vicdanını rahatlatma çabası da diyebilirsiniz; ya da vedası, tüm yaşanmışlık ve yaşanamamışlıklarına.
İsterdim elbet; bir gül goncasını tutarken elime batan dikene gülümseyerek sövmeyi, sevgiliye uzatılmadan önce son bir kez koklamayı da. Sonu mutlu biten aşklara imrenirken aynadaki siluetime bakıp iğrenmek, acı çektirdiğim yüreğimin içinde bulunduğu vücuda hakaretti; halbuki beynimin isyanı diğer uzuvlarımın varlığını hiçe saymaktı, hataydı. Çirkinliğimi hiç saklamadım. 'Saklanan çirkinlik iki kat çirkin görünür,' der Cenap Şahabettin. Bir katı bile kâfiydi zaten, ama insanların bakışları değildi beni rahatsız eden. Dış görünüşüm sebebiyle değil, onlarınkinden farklı olan düşüncelerim yüzünden aforoz edildim ben.
Ömrüm hep bir mücadelenin içerisinde geçti. Yılmadım, yorulmadım. Binlerce dost edindim, binlerce kez mutlu oldum ve binlerce kez kırıldım bazen. Ne değerler yükledim insanların siluetlerine ve ne günler geçirdim onlarla beraber, hayatımın her bir parçasını dilim dilim paylaşarak. Şiirler, hikâyeler yazarak anlatırdım duygularımı, kimileri okur gülerdi, kimileri ise beni kırmamak için beğendiğini söylerdi. Hep eksik bir şeyler olurdu içlerinde. Biliyordum, anlıyordum, ama bir türlü tamamlayamıyordum nedense.
Şu ânımda, taşların yerli yerine oturduğunu hissederek düşünmeye, yazamasam da son bir kez aklımdan geçirmeye çalışıyorum oluşturabileceğim cümleleri. Devrilen cümlelerin altında kaldı ruhum, feryat figan etmekte acıyan her bir uzvum. Ve ben şair–i bedbaht, çaresizce bakarak dökülen gözyaşlarımı aramakla meşgulüm. Şiir gibi oldu biraz sözlerim, demek henüz bırakmamış beni en berbat şiirlere alet ettiğim kafiyelerim..."
Başkomiserin elindeki kâğıt parçasının son kısımları okunamayacak derecede kırışıktı. Mürekkebin rengi mordan koyu kırmızıya dönmüş, yazılar yer yer kalınlaşmıştı. Ayağa kalkıp uyuşmuş bacaklarını ovuşturdu, kapıya doğru yönelerek jaluziyi araladı, departmanda, önlerindeki dosyalara dalıp gitmiş iki memurdan başka kimsecikler görünmüyordu.
***
"Bir insan ne için yazar?..
Niçin yazıyorum, amacım nedir, bunca zaman, kelime okyanusundan damla damla taşıyarak oluşturduğum cümle göletleri hangi eksiğini kapatmakta hayat yoksunluklarımın?
'Yazmasaydım deli olacaktım' diyen Sait Faik, benimle aynı ruh halinde değildi. En azından yazdıklarını okuyan geniş bir kitle vardı onun. Bense, okunmasından ziyade, bir miktar olsun azabımı dindirmek, çocukluğumdan itibaren kimseye anlatamadıklarımı kâğıdın üzerine istiğfar ederek rahatlamak için yazıyorum.
'Babam bizi niçin hiç sevmiyor anne!' cümlesini okul defterimin son sayfasına yazdığım o ilk günden beri yapıyorum bunu.
Sahi, tek nedeni bu muydu, yoksa beni kaleme bağımlı kılan kâğıdın kokusu muydu? Ya da yazarlarına öykünmem mi kahramanları hep güçlü ve yakışıklı olan o eski romanların?
Kanımca her ikisi de...
Yitik, sönük, sıkılgan çocukluğumdaki sessiz çığlıkların cümleler halinde aksetmesi, kurşunkalemle yazılıp silinmiş o eski defterlere.
Bir insan ne ile yaşar?
Tolstoy'un eserindeki öykülerde ifade ettiği gibi inanç ve sevgiyle mi? Kaderine her şeye rağmen boyun eğmeli midir insanoğlu?
Sevgi insanı hakikate götürür mü?
Sevemediğim için mi mağlubum ben?
Sevilmediğim için mi mutsuzum şimdi?
Birbirleriyle alakasız gibi görünen, onca gündür inziva halinde, durmaksızın yazdığım metinlerin bütünsel bir anlamı var mı?
Bu soruların nihayeti yok ne yazık ki!
Suya yazılmış yazılardır hepsi, okuyanı da olmayacak, olsa da anlaşılmayacak hiçbir zaman...
Halbuki son çırpınışıdır kalemin ve bu sessiz çığlıkların son nefesidir artık..."
Ofisin duvarında iğreti bir şekilde, oraya ait değilmiş gibi duran duvar saati 02.00'yi gösteriyordu. Başkomiserin canı eve gitmek istemiyordu bu gece. Yalnızlığını her yerde yaşayabilirdi, herhangi bir mekân bu durumu değiştiremezdi nasıl olsa. Okudukça merakını artıran kâğıtlar önünde iyice birikmeye başlamıştı. Olayı çözmek artık amaç olmaktan çıkmıştı, tanımadığı bir adamın yalnızlığını kendi yalnızlığıyla karşılaştırırken birçok ortak yönleri olduğunu düşünmeye başlamıştı.
***
"Pek fazla oyuncağım olmadı benim... Konuşmayı tamamen söktüğüm vakit, babamdan almasını istediğim ilk oyuncağım bir kalem olmuştu. Gırgır dergisinde Oğuz Aral’ın çizdiği utanmaz adamın konuşma balonunu karaladım elime geçen ilk kalemle, içinde ne yazdığını bilmeden. Belki de o olmak istemiştim, ya da benim sözlerimin yazılı olmasını o balonların içinde? O olamadım, ama sözlerimi balonlara yazdım hep türlü türlü biçimde. İpini bıraktığım uçan balonlarla beraber gökyüzüne yükseldi kelimelerim. İnatçı bir çocuktum, akranlarımın en inatçısıydım belki de. Kolay kolay vazgeçmezdim kafama koyduğum ve yapmak istediğim hiçbir şeyden. Tuttuğumu koparmaya, kopardığımı onarmaya, onardığımı da muhafaza etmeye bayılırdım. Yetenekli değildim aslında, hatta beceriksiz bile sayılırdım. Ama mücadeleciydim işte, her ne kadar kaybetmeye mahkûm olsam da bir işin ucuna yapıştım mı, ya bozana ya da başarana kadar bırakmazdım. Konuşmayı çok erken söktüm, ama susmayı çok geç öğrettiler bana. Mavi göbekli misketleri severdim en çok. Bazen güneşe karşı tutardım, bir başka âlem görünürdü gözüme. Hiçbir renge benzemeyen bir tonda, belli belirsiz ormanlar keşfederdim güneşin gözümü alan ışıkları içinde; sonra gözüm kamaşır, dönerdim dünyadaki sahte özüme. Çok kavgalar ettim çook, mızıkçıya çıkmıştı adım bir ara. Günlerce ağladığım da oldu bu yüzden, ağlattıklarım da. Hayali bile imkânsız çocukluğumun şimdi; o kadar uzun zaman geçti ki üzerinden, o günleri hatırladıkça hafif bir ürperti gelir, okşar, öper yüreğimin en gizli yerinden. Zamanla sustukça, gizledikçe hislerimi, doldu taştı dağarcığım kelimelerle. Zamansız imkânsızlıklara meyletti hayal dünyam, orada kurdum memleketimi ve fısıldayarak tüketmeye çalıştım küflenmeye yüz tutmuş sözlerimi. Duymadı kimseler, hiçbir şey anlamadı benden başkası. Kahkahalar attım kimi zaman oradan, kimileri deli olduğumu düşündü, kimi ise aceleyle uzaklaştı yanımdan. Konuşulanlar ve duyulanlar arasına set çekti bazen rüzgâr, ulaşmadı doğru kulaklara anlatmak istediklerim. Zaman içinde kayboldu haykırışım, döndükçe dünya, midesi bulandı ve kurşunların üzerine kustu cümlelerim. Şakaklarımın üzerine düşen aklarda gizli çocukluğumun dikenli çay bahçeleri. Ümitlerimi hep o çay bahçelerinin kenarındaki çam ağaçlarının altında paylaştım kardeşlerimle, kozalak kozalak. Şimdi o günlerden gelen nağme nağme tulum sesiyle, dikenler halinde birer birer gökyüzüne uçuyor hayallerim. Zıplayıp yakalamaya çalışırken en yakınımdakini, yaşarıyor gözlerim, tutmuyor ayaklarım ve bir serçenin kalbi gibi titriyor nasırlı ellerim. Sert esen rüzgârda, yitip giderken tulumun sesi, kulaklarıma ağıtlar içinde bir çocuk gülüşü bırakılıyor kundaklanarak. Kimbilir hangi sevdanın çalınmış gülüşüdür bu, kimbilir belki de bir şairin zihninde beslediği Anka kuşunun son ötüşüdür bu..."
Kâğıttaki mürekkebin rengi kan kırmızısına dönüşmüştü. Başkomiser okumayı bitirdiği vakit adamın metinleri yazarken kullandığı kalemi inceleme ihtiyacı hissetti.
– Tabii ya, kalem!
Kolilerden birinin üzerinde, olay yeri incelemenin poşet içerisine yerleştirdiği, kimsenin araştırma ihtiyacı bile duymadığı birkaç önemsiz eşya vardı: iki dal sarma sigara bulunan bir tabaka, çakmak; ehliyet, kimlik, birkaç tane kredi kartı ve cüzi miktarda banknot ihtiva eden iyice paralanmış eski deri cüzdan, bozuk paralar, ucu kırık kurşunkalem ve bir de üzerinde banka logosu olan tükenmezkalem.
Aradığını bulduğundan emindi. Yazılar bu kalemle yazılmış olmalıydı, çünkü ucundan hâlâ kırmızı renkli mürekkep sızıyordu.
Parmaklarının arasına aldığı kalemin logosunu yokladı ilkin. İstemdışı bir hareketle biraz önce okuduğu kâğıdın arka yüzünü karaladı. İmza örnekleri denedi; manasız kelimeler yazmaya başladı sonra da:
– Çehov’un metresi...
– Kundakçı...
– Babam bizi neden hiç sevmiyor anne?