Kişi mutluluğu bireysel algılıyor aslında ve o bireysel algının kuvveti öyle büyülü ki diğerlerini de sevmeye özen gösteriyorsun. Sana ihtiyacı olana daha çabuk cevap verebiliyorsun; ki bunun sebebi gecikmiş cevapsızlığın ve yalnız kalmış körpeliğin acıyla olgunlaşmasını kimseye reva görememek aslında...
Küçükken yolda yürürken hayatın en büyük özgürlüğünün havayı içine çekmek olduğunu öğrenmiş bir çocuk olarak, her gittiğim coğrafyada ciğerlerimi doldururdum; sonra bu havanın ne kadar farklı ferahlıklara ve kokulara sahip olduğunu hissederdim. Tahmin ediyorum ki siz de bu ayrımı, yaptığınız seyahatlerde ve ruhi değişimler sonucu yaşadığınız iklimlerde hissetmişşinizdir. Özellikle uzak bir yolculuk manasına gelen; çocuklukta bir yakadan başka bir yakaya yapılan eşsiz arabalı seyahatlerde, arka koltuk maceraları beni hep yanımda minder taşımaya ve bakacağım yerden kendimi cama yükseltmeye odakladı.
Taksim'den Eminönü tarafından Haliç'e geçilerek gidilen Yedikule'ye kadar içimin sevincini teskin edemediğim sahil şeridi, beni hep etkilerdi. Hele ki hafif aralanmış camdan, çocuk saçlarımın bir el gibi gözlerimi kapatması; körebe oynayarak o tarihi dokulara kesik film çizgileriyle el sürmem...
Kim ne derse desin, İstanbul 'da doğup büyümek, hisseden bir yapı için tartışılmaz bir bütünlük taşıyordu. Bu hissi bir de Siena sokaklarında yaşadığımı söylemek isterim. Peki, bir şehri severken içinin titremesi için orada mı doğmak gerekir?.. Bazen evet, bazen hayır...
Çocukluk büyülü bir şehri çirkinlikleri görmeden pürüzsüz bir sevgiyle sarmış olmak demek... Sonradan bu şehre gelmek; belki var olan hayatın eksikliğinden kurtulup, mücadeleyle bir yere tutunmak, yeni bir yerde doğmak demek... O zaman "İstanbul" seni mutlu yaşatmışsa sever; eksik bırakmışsa sahip olduğun rahatlığından, nefret edersin bilmeden...
O yüzden ben bu şehri, aile kavgası gibi içinde kalan kusurlarıyla koşulsuz sevmeyi tecrübe ettim doğduğum evin içi gibi... Herkesin de sevdası başka türlüdür elbet. Bana, gezerken her yer konuşuyor gibi geliyor... Yapılar, insan fizyonomileri, çalınan müzik, yemek kültürü ve seni ne kadar algıladığı şehrin...
Şehrin de bir hissiyatı, enerjisi, kabul gördüğü kadar, seni kabullendiği bir gerçek de var tabii... Nasıl olur da cansız bir şehir hisseder, demeyin... Sevilen, ışık saçan, hissedilen her şey bir can taşımaya mahkûmdur...
Bazı şehirler bu yüzden yaşarlar, yaratırlar ve yarattıkları etkinin senden ona bir minnetle geri dönmesini beklerler. O yüzden bir şehri çarpık bir hale sokan o şehre mutsuz gelenlerdir. Bilinçsiz ellerde yok edilen şehrin, nefesini zorlayan, yaşamını hazmedememiş, hislerini ifade edememiş; bu yüzden ulaşamadığını nefrete dönüştüren yol bilmez duygulardır. O yüzden dünyanın içinde tek bir taş bile, hak eden insanın nefesiyle sevgiyle yaşamaya devam eder.
Nankör olan şehir değil, o şehre seni getirip yok ettiren zihniyettir. Bazen bir yeri sevmenin şartı, seni her döküklüğüyle sevecek olduğuna inanıp kendini toparlamaya çalışmandır.
Şehir sana bunu hep sundu, sıra sende...