1970 yılından bu yana Paris'te yaşayan ressam Utku Varlık ile resim ve şiir ilişkisini konuştuk.
Alparslan Bozkurt: Sizi henüz tanımayan sanatseverler için Utku Varlık kimdir; bize kendinizden bahsedebilir misiniz?
Utku Varlık: O zaman Yunus Emre'ye bırakayım sözü:
"..beni bende demen ben bende değilem,
bir ben vardır bende benden içeru..." [1],
kanımca kimse bu kadar güzel açıklayamaz ben'i; 80 yaşında ve son boyutta ama annemin bana dediği gibi: "...zemheri zürafası", çok önceleri, kendi "hayal bahçesini ekip biçen, esrik, kafasındaki nehrin akıntısında" –Eflauf– bir yaz denizini özleyen biri! Kendini nasıl anlatır insan: Pascal'ın dediği doğru: "...eğer beni bulmamışsan, beni arama!" [2]
A.B.: Bolu'da geçirdiğiniz çocukluk yıllarının sanatınız üzerindeki etkileri neler oldu?
U.V.: Nasıl anlatılır bir dönem, bir kent, bir çocukluk; eğer o yaşadığı ülke bir "tsunami" geçirmişse; suyun götüremediği toprağa tutunmuş ağaçları sayarak yitmiş bir coğrafya anlatılamaz ya da bugün, bu genç kuşak bilmem onu nasıl hayal eder! Yazdım, anlattım birkaç kez 40 yılları; "evli evinde, köylü köyünde, gazete, kitap ve bir tek devlet radyosu"!
Bir kent: üniversite dışında olabilecek bütün okullar, memur, bürokrat genellikle kentin panoramasında. Ankara-İstanbul arasında olması Bolu'nun bir şansıydı ama Akademi'de Türkiye'nin uzak kentlerinden gelen arkadaşlarımı tanıdıktan sonra, örneğin Elazığ; onların da o laik, kültüre uyanık bir kentte yaşadıklarına şaşırmıştım; Bolu bir ayrıcalık değildi!
50 yıllarından sonra günlük gazetelerin zamanında gelmesi, kültüre özgü iletişimin kitapçılarda yerini bulması, kentte ikinci bir sinema daha açılması ki cumartesi geceleri herkesin giyinip kuşanıp bir "gala" misali film seyretmenin tadına varması vs. Altı çizilecek tüm bu değişim belki çağın getirdiği olasılıklar ama bugün 72 yıl sonra ülkemizde insanın ve toplumun yaşadığı paradoks, çağına uyum sağlayamayan, varoluşunda iğreti duran bir ülkeye dönüşmesine ne diyebiliriz!
Yeniyetme yaşlarımızda, merak duvarını aşmıştık, merakla beklediğimiz tüm dergiler bizim okulumuz olmuştu, üstelik "Milli Eğitim Yayınları"nın Dünya Edebiyatı'nı içeren tüm kitapları bize sürekli yol gösteriyordu. Önce bir edebiyat dergisi çıkarıp yazı, çeviri, desen; elimizden ne geliyorsa iyi kötü –Ezra Pound'un şiirlerini lügat yardımıyla çevirmiştim!– yapmaya çalıştık. Kimler diye sorarsanız, örneğin; Egemen Berköz, Babür Kuzucuoğlu, aktör Atilla Oyat vs. Bir Oda Tiyatrosu kurmuştuk: Hasan Ali Ediz'in harika Çehov çevirilerinden bir perdelik oyunlar: Bir Evlenme Teklifi, Ayı. Bu tüm yaz ayları etkinliği, bizi daha ileriye götürecek bir ivme oluşturdu.
Benim daha sonra Akademi'yi seçmem, sanat tarihi hocam Fethi Kayaalp'in bilgilendirmesiyle oldu, malum o yıllar "iletişim", ancak gazetelere verilen ilanlarla oluyordu, kimsenin de Güzel Sanatlar Akademisi'nin bir lise bölümü olduğundan haberi yoktu, duyduğum zaman dondum, Bolu'da boşa geçirilmiş üç yıl, Akademi'den sonra iki yıl askerlik; etkin olabilecek bir gençlikte bence önemli bir "erozyon", yine beni götüren "nehir"e saygı; yani sağ salim kendini geçmek adına!
A.B.: Babanız şiir dergileri çıkarmış bir edebiyat öğretmeni; şiirle, tek tek resimleriniz arasında ördüğünüz sanat dilinin dışavurumunda, açık ya da gizli nasıl bir ilişki öngörüyorsunuz?
U.V.: Şiir önceleri bana yansıyan dizelerden oluşuyordu, ilk kez Tercüme Dergisi Şiir Özel Sayısı'nda okuduğum, beni etkileyen şiirlerden belleğimde kalanlar, beni şiire değil de daha çok resme götürdü. Erken yıllardı bunlar, İkinci Yeni'nin kitaba dönüştüğü ilk yıllarda, kitapların çıkışını beklediğimiz günler; bize ulaştığında günlerce tartıştığımız yıllar! Çok ilginç, Akademi'ye girdiğimden birkaç yıl sonra tüm bu şairlerle aynı masada olmak; işte "Benim Üniversitelerim"! Bana düş kurduran şiirin "göresellik kuramı" adına "prizmatik" bir işleve girmesi ve sonuçta yine "paradoksal bir düş'e" dönüşmesi benim resmimin bir kuralıdır. Geçenlerde bir konuşmada söylediklerimi tekrar edeyim: "...Benim resmim şiirin resim halidir, şiirin simyasına dayanır! Ne yazık kimse resmi okumuyor, nasıl bir nehrin sesini duymuyorlarsa öyle. Benim resmim zamanın öteki kıyısında, bir yaz sonu duygusuyla, imgesel alanlarda dolaşır!"
A.B.: Kendinizi ifade ederken kurguladığınız Roby Zober, 'ben olarak başkası'nı açığa çıkarırken sürekliliği olan bir iç diyaloğun tarafı olarak, zaman-mekân aralığına sıkışmış insanın varoluşuna dair giriştiğiniz ve hep diri tuttuğunuz o bitmeyen sorgulamanın resimlerinizde gezinen hayaleti gibi. Bize Roby Zeber'in hikâyesini anlatabilir misiniz?
U.V.: Gerçekte bir "iç diyalog", kendini sorguladığında bir olguyu tersyüz etmek adına çapraz bir eşleşme yaratmak için oluşan bir personage Zober, Flaubert'in yanıtına özgü: "Madame Bovary benim!" Eski yıllarda bir hafta için gittiğim Floransa'da, paramın tümünü bir gecede harcadıktan sonra, tren dönüş biletimi beklediğim beş gün yalnız su içerek müzelerde, kiliselerde, parklarda kendimle yaptığım bu diyalog, trans haline geçişte bir görselliğin saptanması, tanımlanması güç bir "Hiç"e dönüşmesi.
Daha sonra yaptığım seriler: Hiç ve Sanrı.
Paris'te uzun yıllar kadim dostum Roger'in davetine gittiğimde 8. katta kapısının zilini çalarken hep, gözüm yandaki komşunun kapısındaki etikete giderdi; bir isim "Roby Zober"! Böyle yıllar geçti ama bu isim hafızama yapıştı! Bir gün sordum: "Roger, bu Roby Zober kim, tanışıyor musunuz, senin komşun?" Roger: "...hayır kimse görmedi, o kapıdan kimse girip çıkmadı!" Ben de ona, "Roby Zober benim," deyince o da şaşırdı; böylelikle "metafizik bir açmaz'a" girdi Zober! Örneğin Zero Hipotez kitabımın ilk öyküsüdür bu: Avni Arbaş'ın Paris'teki son yıllarını anlatıyorum. Bu öyküde fictif hiçbir öğe yok; monoton yaşantısının onu sürüklediği depresyon, aradığı kurtuluşu bulamamanın, parasızlığın, eşinden bıkkınlığının dışa vurmuş görüntüsünü sürüklerdi o günlerde; karşılaştığımızda bakıyor, görmüyordu! İşte ben bu öyküyü anlatmayı Zober'e bıraktım ama gelin görün: kitap çıktıktan sonra sanat tarihçileri, resim severler, eş dost, kimseyi şaşırtmadı, çünkü Avni, 80 yıllarında aftan yararlanarak Türkiye'ye dönmüş, bilinçaltında kendine düşlediği yeni bir hayatı biçmişti; çevresine Paris'i kazanılmış bir savaş gibi anlatıyordu; mutlu mu öldü, bilinmez! Zober'le ben yer yer çakışmıyoruz; iki olgunun birbiriyle eşanlamlı olması beklenemez; resim'de de öyle; içerik: büyük bir su birikiminden artakalandır!
A.B.: Hem kendini ifade biçimi çok renkli, yaratıcı ve çok güçlü olan bir ressam, hem de son derece yetkin bir sanat okuryazarı olarak "hiçlik" sizin sanatınız için ne ifade ediyor?
U.V.: Sanat benim "ruh dönüşümü"mdür –katarsis–, ne yazık zamanın dışına çıkmak için vakit kalmadı, "sağ salim kendinizi geçtiğiniz de" –Melih Cevdet'in Ulysses için söylediği– şaşırtıcı ama kendinizi yine "yalnız" buluyorsunuz, oysa "yalnızlık" da benim seçimimdi başlangıçta. Yaşlandıkça, bilgelik de çağın olanaklarıyla zenginleşiyor; uzağı ve derini daha iyi görüyoruz, uzaya gönderdiğimiz "sophistique teleskoplar" evrenin bir ötesini, ilk ışığın gizemini çözmeye başladı ama daha ötesi Nasa'nın dediğine göre bir HİÇ! / Sorunuzu yanıtlarken: "mécanique Quantique" üstüne yeni bir tez gözüme ilişti, "Zaman kendine özgüdür," diyor ve bir Québécois [3] atasözünü örnek veriyor: "zaman geçiyor ve geri dönmüyor!"
A.B.: İnşa ettiğiniz düşsel anlatı figüratif olduğu kadar, yarattığınız soyut alanlar ve renk geçişleri bir boşluk hissi, bakanı kuşatan bir gizem barındırıyor. Resim sanatının doğası ve geleceği hakkında belli bir öngörünüz var mı; çalışmalarınızla hedeflediğiniz o şey nedir?
U.V.: "Paradoksal Düş" misali resmimde düşünme yetileri önemli bir rol oynar, "farkındalık yaratmak" sanatın başlıca sorunudur. Belleğin arşivi, toplanan duygu gönderilerini düzene sokar, yansıma algısına göre resme müdahale eder! Burada duralım: resim ya da şiir öğretilemez, "zihinsel yeti", kültüre bağımlıdır; "merak alanlarının" uzantısında bir "duygu" uyarısı ya da bu yaratışa özgü sonraki bir süreç havadan düşmez, edilgen olabilmesi için bir teknik gerekir, "gizem" duyu içerikleriyle eşleştiğinde belki bir şey yaptım diyebiliriz!
Bir gün
Yokuş aşağı, yokuş yukarı
Düzlerde, eğrilerde
Yansır ondan size bir ışık
Bırakılmış bir bıçaktan döğüşte
"Bir Gün" / Edip Cansever
A.B.: Çağdaş sanat dünyasına dair ne düşünüyorsunuz?
U.V.: Sanat ve özellikle resim kuşatılmış bir "KALE" misali, belki düşmek üzere. Modern ve çağdaş etiketiyle "NE MENE" her şey müzeye, koleksiyonlara girip milyonlara satılıyor! Manipüle edenler birtakım milyarderler; uluslararası satış evleriyle sanatı bulandırıyorlar, paranın yönettiği bu kaostan her ülke nasibini alıyor! Bizim sorunumuz: özenti, taklitçilik, cahillik; "contemporary fuarlar"la, Bienaller'le göz boyama; bu paradoksu göremeyip Kasımpaşa'nın göbeğinde Arter, snop galeriler kendilerini New York'ta sanıp John Cage müziği dinleyip, Chantal Akerson'nun filmlerini gösterip, performanslar, installationlar'la kafa yıkıyorlar. Bu takıntılar tabandan gelmiyor, yine birkaç snop, modayı izlemek misali kapıyı contemporary misyonerlerine açmış, onlar farkında mı o da meçhul! Fazla uzak değil, Arter'in arka kapısından Kasımpaşa'ya: ön kapısından Dolapdere'ye çıkın, göreceksiniz!
A.B.: Hermann Hesse, insanın varoluş nedeninin yaptığı işlerde değil de, kendisini bulmak adına çıktığı yolculukta olduğunu söyler. Hızla değişip gelişen teknoloji, buna uygun olarak dönüşen dünya; yapay zekâ, farklılaşan zaman algısı, ötegezegenler... Siz bu işlerin ya da bu yolculuğun neresindesiniz?
U.V.: Science Fiction sineması da tarihe karıştı, çünkü teknik aşamada uzaydan gelen imajlar banal fotoğraflara dönüştü. Beni evren ilgilendiriyor, çünkü "infini"yi tasarlayamıyorum, cosmos'u kafamdaki kare'ye sığdıramıyorum; Giz dünyamıza döndüğünde, doğanın tasarımına: böceğin kabuğundaki renkten, desenden, kelebeğin kanatlarına çizilmiş gözden sorularıma başladığımda fazla uzağa gitmek zor! Futur'den konuşurken benim ilgi alanım ortaçağ'ı iyi bilmediğimizi araştırmalarım tökezlediği zaman anladım, oysa ben "engizisyon"la ilgileniyordum, kimse farkında değil ama o bayıldığımız ressamlar, onların pentürlerindeki gizem ve teknik üstüne de çok az şey biliyoruz, ne yazık bilgi adına çift yönlü kuşatılmışız. Ben kendi varoluşumu bulmak adına 1965 yılında otostopla dört ay harp sonrası Avrupa'yı gezdiğimde, geleceğimi çizdim, Hesse haklı ama bireysel bu, kişiye özgü!
A.B.: Ne yazık ki sanatçılar politika konuşmaktan kaçınıyorlar. Yarım asırdır Paris'te yaşıyorsunuz. Size sorsak, Türkiye'nin bugünü ve geleceği konusunda oradan bakınca neler söylemek istersiniz?
U.V.: Sanatçı sözcüğü canımı sıkıyor, hangi sanat, o sözcüğe sığınan endividü kim, söyleyecek sözü varsa niçin "ketum"! Şu sanatçının da bir tarifini yapsanız iyi olur. Sanatçı olmak nasıl bir ayrıcalık, nereden geliyor bu yukarıdan bakma, hava atma, "sanat ve siyaset" üstüne bilgelik taslamak nasıl oluyor? Gerçekte sanata ayrılan zamanda her telden çalmak olanaksız ama bir tavır almak gerekli. Tavır diyorum, çünkü karşı olduğun bir politik düzene elini kaldıramıyorsan; çekip gidersin. Bir kavgayı özlemek bir düş oluyor, hızla kâbusa dönüşen bir düş. Açıkçası sanatçı –dikkat: sanatçının altını çiziyorum– bence bir "saltimbanque"; cambaz, bir uyurgezer, bir duvar geçen, bir illusionniste olması gerekirken, toplumun alternatif sisteminde etkin olamayıp "cynique" ve megaloman; duvarını ördükten sonra kendine sığınan biri! Oysa uzun bir süredir yazdım, Kafka'dan hareketle bu ülkenin adını "Ceza Sömürgesi" olarak değiştirmiştim, tüm Blog'umda, Twitter'da günlük yazdıklarımın özeti çok uzun düşer: Erken yıllarda ülkemiz adına beslediğimiz umut, geleceğe ışık tutmak adına kaygan zeminde düştü, karanlıkta kaldık; Nietzsche haklı: "...umut kötülüklerin en fenasıdır; çünkü işkenceyi uzatır." [4]
Her sabah dünyamızın haline mi üzüleceksin, ülkemize mi ağlayacaksın, binlerce kez kapatmıştım bu kapıyı. Uykumun bölündüğü anlar "görünmeyen adam" oluyorum, denizlerden, ormanlardan başlayıp doğayı kurtarayım derken bütün belaları başımıza örenlere geldiğinde sabah oluyor. Bu işkence daha ne kadar sürecek; her gün açlıklar, hastalıklar, göçler, harpler vs. Her gün bir yenisi ekleniyor!
Çok uzun bir süredir Fransa'da Türkiye panoraması sığlaşmaya ve kararmaya başladı, Avrupa'da Türk imajının "dönerci" olarak tanımlanmasına özgün. Bu ülkelerin sorunu yalnız Türklerle bitmiyor, eski kolonilerinden gelenler: Mağrip, Afrika ülkeleri çoğunlukta. Avrupa ne yazık eski yıllarda benim özlediğim imajını çoktan yitirdi, göçler beraberinde kendi inançlarını da getiriyor, burada yaşayan Türklerin çoğunlukla hayallerinde "mega camiler" yatıyor, Strasbourg'da tartışma getiren devasa bir cami, külliyesi, Kuran okullarıyla şu anda bitmek üzere; başlangıçta "makine bilincini" öğrenmeye gelip 20 yıl sonra cami de bitiren Türkler!
A.B.: Son olarak sözü size bırakalım.
U.V.: Garip bir şekilde "kader"e ve de "télépathie"ye inanırım, insanı götüren bir güç, bir "synergie" var; beni buraya getiren varoluşumdaki tutku ve merak hiç değişmedi ama Paris ne yazık, ne geldiğim yıllardaki kadar gizemsi ne de ilgi alanlarımın bir labirenti gibi değil; bilinmez bu "decadence"! Dünya hızla değişiyor, insanın geçirdiği tüm savaşları, yıkıntıları hızla unuttuk ve de yenilerini başlattık! Kaderden söz ettim ya, sanki Türkiye'nin kaderi; özlediğimiz "yaz denizi" hiçbir zaman gelmeyecek; 20 yıl üstüne bir ölü toprağı serpilmişse; dirilmesi güç! Fransa'ya gelince; aynı senaryoyu yaşıyoruz, politikanın sığlaştırdığı ya da zamanın tükettiği kültür, başını alıp gitmiş, bir Fransız kültüründen söz etmek zor; "hégémonie" sanatı yöneten parayla durmadan el değiştiriyor, sonuna dek bir tek kültür emperyalizmi olamaz; Araplara Louvre'u satar, contemporary'yi sana yedirir, 21. yüzyıl sanat tarihini şüpheli milyarderlere yazdırır. Nostalji de eskisi gibi değil; tüm sapmalar bize geçmişi aratıyor, örneğin o sevdiğimiz İtalya nerelerde; sinemasıyla birlikte edebiyatı da tarihe karıştı! Hiçbir zaman "günün moda akımlarına" bulaşmadığım için "bir başka yerde olmak" gibi beni dümen sularında götürecek durum sözkonusu değil. Bugün her yerdeyiz ya da hiçbir yerde. Tanpınar'ın dediği gibi "ne içindeyim zamanın/ ne de büsbütün dışında". [5]
Sanatın sorunları da her zamanki gibi yaptığın işle yaşamak, sanatını ve yaşamını sürdürecek bir atölye-mekân ve de "hayal perdelerini" açacak bir el ve yürek. Bu uzak ve yakınlık elinizde olan bir olanak değil, ne yaparsanız yapınız bir zamanlar yaptığınız bir iş, bir yerlerde, bir müzayede de çıkacaktır ve de "benim gölgem seninkinden büyük" diyenlerle kıyaslanacaksın; işte hayat bir "IL PENTİMENTO".
[1]: "Ben Vardır Bende" şiirinden alıntı.
[2]: Pensées 553
[3]: Soyu Kanada'nın ilk yerleşimcilerinin Fransız kökenlilerine dayananlar için kullanılır.
[4]: Aforizmalar'dan bir alıntı.
[5] "Ne İçindeyim Zamanın" şiirinden bir alıntı
UTKU VARLIK HAKKINDA
Sanatsal eğitimine 1961-1966 yılları arasında Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Sabri Berkel atölyelerinde başlayan Utku Varlık, daha sonra oymabaskı (gravür) ve taşbaskı (litografi) atölyelerinde devam etmiştir.
1970 yılında Paris'e gitmiş, 1971-1974 yılları arasında Güzel Sanatlar Ulusal Yüksekokulu'nda George Dayez ile, 1973-1975 yılları arasında da Cachan Atölyesi'nde taşbaskı çalışmıştır. Sanat çalışmalarına halen Paris'te devam etmektedir.
İlk önceleri dışavurumcu anlatımla figürlerini biçimlendiren Utku Varlık, 1960 ve 1970'lerde dönemin politik yaşamından etkilenerek yaptığı resimlerinde de bu anlatım biçimini kullanmıştır.
Sanatçı özellikle 1975'ten sonra dışavurumcu anlatımdan uzaklaşmış ve düşsel bir anlatım biçimine yönelmiştir. Sanatçı için figür, sürekli ve asal olan doğanın yaşayan öğelerinden biridir ve yansımasını doğada bulur.