EDEBİYATHaber Girişi : 05 Şubat 2019 18:26

Cevherin kadrini cevher-i füruşan bilir

Cevherin kadrini cevher-i füruşan bilir
Hani kendi değerini başkalarının terazisinde tartmaya çalışır ya insan; ve hazinesini diğerine teslim ettiğinin farkına bile varmadan yapar bunu. Herkesin terazisine koyduğunda kendini, her kefede bir tortu bıraktığının ise çok geç farkına varır.
Vaktiyle bir bilge hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisinin seviyesini öğrenmek ister. Onun eline çok parlak ve gizemli görüntüye sahip iri bir nesne verip, "Oğlum," der, "Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir."

Öğrenci, elindeki ile çevresindeki esnafı gezmeye başlar. İlk önce bir bakkal dükkânına girer ve "Şunu kaça alırsınız?" diye sorar Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği nesneyi eline alır, evirir çevirir; sonra, "Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın," der. İkinci olarak bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği nesneye ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü defa bir semerciye gider, semerci nesneye şöyle bir bakar, "Bu," der, "benim semerlere iyi süs olur. Bundan 'kaş' dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm."

En son olarak bir kuyumcuya gider. Kuyumcu, öğrencinin elindekini görünce yerinden fırlar, "Bu kadar değerli bir pırlantayı, mücevheri nereden buldun?" diye hayretle bağırır ve hemen ilave eder:
"Buna kaç lira istiyorsun?"
Öğrenci sorar: "Siz ne veriyorsunuz?"
"Ne istiyorsan veririm."
Öğrenci, "Hayır veremem," diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar:
"Ne olur bunu bana satın. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim."
Öğrenci, emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Mücevheri alıp kuyumcudan çıkan öğrencinin kafası karmakarışıktır, böylesi karışık düşünceler içinde geriye dönmeye başlar. Bir tarafta elindeki nesneye yüzünü buruşturarak 1 lira verip onu oyuncak olarak görenler, diğer tarafta da mücevher diye isimlendirip buna sahip olmak için her şeyini vermeye hazır olan ve hatta yalvaran kişiler...

Bilge hocasının yanına dönen öğrenci, büyük bir şaşkınlık içinde başından geçen macerasını anlatır. Bilge sorar:
"Bu karşılaştığın durumları izah edebilir misin?"
Öğrenci, "Çok şaşkınım efendim, ne diyeceğimi bilemiyorum, kafam karmakarışık," diye cevap verir.
Bunun üzerine bilge hoca şunu söyler öğrenciye:
"Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bilen anlar ve o, değerini bilenin yanında kıymetlidir. Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır."

Bu güzel hikâyeyi okuduğumda insanın en can alıcı noktası olan, Kendi değerini anlamanın yaşadığı kaç hezimetten sonra idrak edildiği aklıma geldi bugün. Hani kendi değerini başkalarının terazisinde tartmaya çalışır ya insan; ve hazinesini diğerine teslim ettiğinin farkına bile varmadan yapar bunu. Herkesin terazisine koyduğunda kendini, her kefede bir tortu bıraktığının ise çok geç farkına varır. Zamanla azala azala hiçbir terazide ölçülemeyecek kadar bir değeri kalmadığında, kapatır perdelerini, kilitler kendini ruhunun karanlık odasına ve hiçbir ışığın içeri girmesine izin vermez. İçeri giremeyen ışık, parlak olanı nasıl göstersin? Kişiyi, kendi derinliklerini kazdıkça içindeki hazineyi bulabileceğine, oraya giremeyen ışık nasıl inandırsın? Unutur insan işte, yaradılışının ne kadar da muazzam olduğunu... Koskoca evrende bir toz kadar ama, bir tozun içinde koskoca evreni barındıracak kadar olduğunu unutur.

Bunu yazarken kulağımda çok güzel bir müzik dinliyorum. O müziğin beni götürdüğü yere gidiyor, en güzel mekânı seçiyor ve oradan yazmaya devam ediyorum. Müziği ilk duyduğum ve tanıdığım gün aklıma geliyor. Gözümde canlanıyor birçok şey. Ve yeni bir kelime çıkıyor canlanan o yerden. Müziğin bir su gibi derinlere girip yüzeye çıkardığı sözleri alıyor ve akıtıyorum bu satırlara. Işığın içime girmesi gibi bu! Kulağımın duyduğunun ruhuma dokunarak gezinmesine izin veriyorum.

Her şey bir sebep olabilir sendeki iyi yanı ortaya çıkarmaya; yeter ki keşfedildikten sonra bile sende daha fazlasının olduğunu bil... Yara aldığın hiçbir konu seni sevgi kavramından uzağa götürmesin. İnanın bana, kişi kendi sonsuzluğunu bildiği kadar sevgiye yakınlaşır, sevgiden uzaklaştıkça da kendinden uzaklaşır. Kendinden uzaklaşan kişi, kendini bilemediği, tanımadığı için, hep başka kefelerde ölçerek kendi değerinin var olup olmadığından emin olmak ister.

Sonsuzluğun içinde olmadığına inandıran, insanın kendine olmayan şefkati ve güveni değil midir? Sevgi değil midir bütün duvarları yıkan? Hadi şimdi, şu anda ne yapalım biliyor musunuz? Kendi içimizde ördüğümüz o buzdan duvarlara sıcacık sevgimizle dokunalım. Erisin ve yok olsun. Yol açalım kendimize ve daha ileri gidelim. Yürüdüğümüz yoldaki her engeli sevgiyle kaldıralım ortadan. Kendi ruhumuzun güzelliğini hayranlıkla izleyelim o yolda yürürken. "Ne kadar da muhteşem, ne kadar da kıymetli bir varlığım," diyelim kendimize.

"Her insanın hayatında varlığını ve değerini bilen, hisseden, fark eden kuyumcular mutlaka vardır. Mesele kuyumcuyu bulmaktadır…"

Ama önce, senin kendinin bir hazine olduğunu kabul etmendir önemli olan.

Jasmin


Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.
  • Yasemin Acar 18 Ağustos 2024 23:45

    Çok derin manaları olan, ruha dokunan bir yazı dökmüşsünüz kaleme. Yüreğinize sağlık…

  • Nermin Akkan 16 Temmuz 2024 09:57

    Emek, bilgi ve yürek. Kutluyorum canı gönülden.