Malatya'nın en yüksek dağlarından biri olan Ayrancı dağlarının zirvesindeki köyden; oyuncakların, şekerlerin, kitapların ve rengârenk kalemlerin satıldığı şehir hayatını merak eder, o hayatı yaşayan çocuklara imrenirdim.
Üretemediğimiz temel ihtiyaçlarımızı almak için sadece büyüklerimizin gidebildiği, anlatıldığına göre "sadece paranın egemen olduğu" şehre çok az gidebildim. Yılda bir kez gidebildiğim, yolculuğa günler öncesinden hazırlanırken uykusuz geçen gecelerimi anlatamam.
Akşam günbatımında elinde iki fileyle köy dolmuşundan inen babamın yolunu gözler, onun getireceğinden emin olduğum iki şeye bayılırdım. Benim hisseme düşen bir avuç yumuşacık lokum ve babamın satın alırken verdiği, paraya acımadığı kitaplar.
Buna rağmen derslerde başarısız olma ihtimaline karşı, okul kitapları hariç okuma yasağı; öğretmen de olan babamın tartışılacak kararı, işe yaradı mı; hayır... Beni kitap okumaya teşvik eden babamın bir taraftan da yasaklayan bu zihniyeti beni ikilemde bırakırken saçma kararlarını eleştirir, kendimce suçlardım.
Aslında haksız da sayılmazdı. Önce sayfaları baştan sona resimlerle dolu, her sayfasında birkaç cümle olan kitaplarla başladı her şey... Ardından Reşat Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin, Fakir Baykurt ve Yaşar Kemal'in kitapları ile çocuksu, küçücük dünyamın sınırları dışına taşmış, bir yıldız gibi ışıkları sönüp yanan şehir hayatını bu kitaplardan öğrenmeyi sürdürmüş, Rus yazarların klasik eserlerini okumaya başladığımda sıradan bir köylü çocuğu olmaktan çıkmış, imrendiğim çocukların yaşamlarını tanımış, artık onlar gibi, yani "şehirliler" gibi düşünmeye başlamıştım.
Elime bir şekilde geçen Çehov'un küçük küçük hikâyelerinden oluşan Bozkır isimli kitabı hayatımdaki dönüm noktalarından biridir. Kitabın içerisinde geçen, sıralı iki kelimeden oluşan bir tanımlama: "Meret makine". Yani üreten değil de habire tüketen bir insanı anlatan sihirli bir kelime...
Bu sözcük bana Türk yazarlarında rastlamadığım farklı bir bakış açısını görmemi sağlamıştı. "Kuşlar ötüyordu, köpekler havlıyordu, tavuklar gıdaklıyordu" diye tasvir edilen bir romanın sayfalarını doldurmaya çalışan laf cambazı bir yazarın sahtekârlığını ve sıradanlığını Çehov'un Bozkır'ında çok daha iyi keşfetmiştim.
Hikâyedeki kahramanın karısına hitaben söylediği şey tam anlamıyla muhteşemdi. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte "yaşamak için çalışmak" zorunluluğuna uymakta zorlanan bir kişiyi anlatan en güzel tanımlamaydı bana göre. Beni düşünmeye sevk eden, hayal gücümü zorlayan bu tanımlama, sayfalar dolusu betimlemelerden çok daha verimliydi.
İmrendiğim şehir hayatının en büyük parçasını oluşturan makinelerin güdümünde kaldığımızı ise bu yaşta, İstanbul'da henüz yeni öğrendim. Ne de doğru söylemiş... Birkaç kelime ile beni yıllarca düşünmeye zorlayan, örneklerini görerek bana Çehov'u hatırlatan "meret makine" derken bir şeyin daha farkına vardım. Yazar, meğerse çağımızda bile başımıza geleceklerle ilgili öngörüde bulunmuş... Hayatımızı kolaylaştıran makineler... Ve bu arada ömrümüzü tüketen "meret makine"li bir yaşam.
Tebrikler harika olmuş