Tefrika köşemizde, Mehmet Ferah'ın sıradışı roman çalışması 'Boşlukta'yı yayınlamaya başlıyoruz. Keyifli okumalar...
Dalgınlığımın yaşadıklarımla ilgili olduğunu düşünmüyordum. Gerçekle hayal arasında kurduğum kusursuz ilişkiden dolayı düşüncelerimi bir noktaya odaklamam mümkün değildi. Donuk bakışlarımı yatak odasının tavanına sabitleyip saatlerce kim olduğumu sorguladığım, dökülen boyaların çatlaklarında oluşan siluetler arasında geçmişimi aradığım ve sonunda sonuçsuz bir şekilde uykuya daldığım geceler çok olmuştu.
Çalar saatten nefret ediyordum, her gün aynı saatte uyanmaktan da. Sabahları, sigaranın nikotiniyle sıvanmış ağzımdan okkalı küfürler savururken neye, kime, niçin öfkelendiğimi bile bilmiyordum. Takatsiz bacaklarımı zorlayarak gidebildiğim lavabonun buz gibi, yer yer kabarmış fayanslarına basıp aynadaki aksimi ilk defa gördüğüm biriymiş gibi incelerken, küfürlerimin muhatabını da buluyordum.
Salondaki duvar saatine gözüm ilişince hareketlerimi hızlandırdım ve akşam çıkarıp koltuğun üzerine fırlattığım elbiselerime uzandım. Gömleğimin düğmelerini iliklediğimde hissettiğim hafif ter kokusunu bastırmak için deodorant ararken, elime geçen tıraş losyonunu koltukaltlarıma boca ettim. Şişeyi bir kenara fırlattım ve hışımla evden çıktım.
Apartmanın dış kapısını aralayıp yüzüme vuran soğuğu hisseder hissetmez, ceketimi koltuğun üzerinde bıraktığımı hatırladım. Ama beşinci kattaki daireme çıkmayı gözüm yemedi. Gömleğimin en üst düğmesini de ilikleyerek sokağın sonundaki otobüs durağına doğru koşmaya başladım.
Durağa vardığımda yağmur çiselemeye başladı. Kapalı bölümdeki insanlar, otobüs yanaştığı anda ön kapıya hücum ederek, zaten balık istifi olan yolcuların arasına sığışmak için kıyasıya bir mücadeleye giriştiler.
Havasız ve yoğun ter kokusuyla dolu otobüste neredeyse tek ayağımın üzerinde geçirdiğim bir saatlik yolculuğun ardından Beyazıt Meydanı’nda indim. Her sabah uğradığım pastaneden sıcak bir simit aldım. Ancak ilk ısırıkta, birkaç gün önce dolgusu düşen dişim öyle bir ağrıdı ki havaya sıçrayacak gibi oldum ve ağzımdan yeni bir küfür daha döküldü.
Ofise girer girmez kapıda karşılaştığım patronun gülümsemesi, pek hayra alamet bir gün olmayacağının işaretiydi. Dar koridordan masama doğru ilerlerken, biraz önce sırıtan adamın cırtlak sesini işittim:
"Mustafa Bey, odamda biraz konuşabilir miyiz sizinle?"
Geç kalışım yüzünden duyacağım nasihat ve iğnelemelerle dolu konuşmaya kendimi hazır hissetmiyordum. Suratım ekşidi, canım sıkıldı ve dişim daha da şiddetle zonklamaya başladı. Patronun odasının aralık kapısından içeri süzülüp can sıkıcı konuşmasının başlamasını bekledim.
Kısa bir sessizliğin ardından boğazını temizledi. Elindeki sarı zarfı evirip çevirirken gözlerimin içine baktı ve gülümsedi.
"Oturun lütfen."
Bu sıradan bir geç kalış azarı olmayacaktı, belliydi. Endişeli bakışlarıma masum bir tavır yerleştirip bir şeyler demeye çabaladım:
"Efendim... şey... bugün..."
Ama devamını getiremeden beni susturdu:
"Sorun sizin geç kalmanız değil, Mustafa Bey. Şirketin durumu ortada ve sizin de bildiğiniz gibi birkaç aydır zarar ediyoruz."
"Evet ama bu yalnızca bizim için geçerli bir durum değil. Piyasa çok…" diye yanıt vermeye çalıştım, ama patron yine araya girerek konuşmamı böldü:
"Evet... piyasalar sallantıda ve işler durgun. Bu hiçbirimizin suçu değil elbette. Ama bizler de önlem alıp bazı şeylerden kısıtlama yapmazsak... yani... bu gemiyi batırmamamız lazım, öyle değil mi?"
Konuşmanın nereye varacağını kestirmek zor değildi; bundan sonra söyleyeceği her şey, aslında kibarca kovulduğumu ima eden gereksiz sözler olacaktı. Uzatması yalnızca can sıkıntımı ve öfkemi artıracaktı.
"Anladım. Tamam, o zaman Kamil Bey," dedim. "Elinizdeki zarf da bana ait, değil mi?"
"Evet..."
"İmzalamam gereken evraklar da vardır muhtemelen. Fazla vaktinizi almadan imzalayayım."
Onun yüzünü daha fazla görmek ve bu işkencenin uzamasına tahammül etmek istemiyordum. Masanın üzerindeki, zaten önceden hazırlandığı belli olan kâğıtları kısa bir göz gezdirip imzaladım. Zarfı elinden çekip aldım. Kapıya doğru yönelirken durup geriye döndüm:
"Size de... geminize de..." dedim gözlerine öfkeyle bakarak... ardından yüzüme sahte bir gülümseme yerleştirip, "Başarılar dilerim,” diyerek sözlerimi sürdürdüm. Sonra da, "Umarım dümeni elinizde kalır..." diye mırıldandım.
Kapıyı aralayıp dışarı çıktım ve ardından sertçe çarparak hızla oradan ayrıldım.
(Devam edecek!)