Birkaç yıl aradan sonra Kadıköy'den Beşiktaş vapuruna bindim. Beşiktaş'ta imza günü vardı ve Anneler Günüydü. Etraf curcuna tabii.
Her zamanki gibi kıç tarafta açıkta oturdum ve elime kitabımı aldım. Bir süre sonra ister istemez Boğaz'ın büyüsüne kapıldım. Ezbere bildiğim, 50 senedir seyrettiğim ama doyamadığım manzarayı seyre daldım, tabii diğer yolcuları da... Boğaz'dan geçerken herkes fotoğraf çekiyor, özçekim yapıyordu. Ben çekim yapmıyordum ve manzaranın büyüsüne kapılıp hayallere dalamadım; hüzünlere boğuldum. Şehrim beton yığını olmuştu, güzelim tarihi binalar görünmüyordu. Buna rağmen, hiç değilse yerini bildiğim binaların zamanında Boğaz'ın incileriyken, ihtişamla parlarken görememenin, bugünse şekilsiz beton yığınlarının arasında kaybolmalarının hüznü çöktü üzerime.
Bu arada Sarayburnu'na gelmiştik. Yarımada'da Topkapı Sarayı tüm ihtişamı ile Boğaz'a gelenleri karşılıyordu. Bu gururlandırırken aynı zamanda içimi sızlattı. Bu duvarlar 450 yıl boyunca ne acılara, ne ihanetlere şahit oldu; ne sırlar sakladı; yaşananları dışarıdakilerden gizledi. Efsanelerden, hikâyelerden öğrendiğimiz Sarayburnu'nda intihar edenler, denize atılanlar, yitirilen canlar, iktidar savaşları, kardeş kavgaları, sultan çekişmeleri, çekilen acılar vb. Oysa biz dışarıdan bakarken ne kadar ihtişamlı, mağrur, özenilesi bir yaşam... Bu duruma uygun birkaç atasözü geliyor aklıma: "Davulun sesi uzaktan hoş gelir.", "Dışı seni içi beni yakar."
Ben bunlara dalmışken, vapurumuz iskeleye yanaşmaya başladı ve itiş kakış, acele inme telaşı başladı. Çocukluğumdan beri bu inme telaşı bana garip gelir. Sanki herkes bir yerlere yetişecek, önce inene ödül verilecek, çok önemli bir şeyleri kurtaracaklar o birkaç dakikada; ya da ağır, telaşsız ilerlerse, inemeyecekler vapurda kalacaklar gibi...
Ben de ister istemez bu akıntıya kapılıyorum, denizle, manzarayla vedalaşamadan, düşündüklerimi, hissettiklerimi, hüzünlerimi küpeşteye bırakıp iskeleye iniyor ve kendimi günlük yaşamın akışına bırakıyorum.
Özgün Onat