Küçük yaşlarda keşfettiğimiz ve sonraki yıllarda anlaşılmaz bir biçimde bağlanacağımız o hastalıklı duygunun sadece bize özgü bir şey olmadığını bilseydik sanırım hiç bağlanmazdık. En yakınımızdakilerden başlayarak, başkalarının ölümünü düşlediğimiz bir oyundu bu. Bir avuç insanla gözyaşları içersinde cenaze namazı kılışımızdan tabutu omuzlayışımıza; kefenin çukura konulup sıralı, çapraz tahtalar üzerine kürek kürek toprak atışımızdan onsuz geçecek sonraki yaşantımızın nasıl devam edeceğine kadar birlikte kurduğumuz, bencillikle örülmüş bir yığın çirkin hayalden oluşan bir oyun.
Bencilceydi; çünkü böyle bir şeyin hayalini kurmak bile bizleri her defasında ağlatmaya yetiyordu.
Ve çok çirkindi; çünkü varlığımız, bir tek, yanı başımızdakilerin ölümüyle anlam kazanabiliyordu.
Yakınlık-uzaklık derecesine göre duygusal sarsıntılarımızın derecesi de farklılık gösteriyordu doğal olarak; eğer ölümünü düşlediğimiz kişi, uzak akrabalar gibi varlığımıza en küçük bir katkı sağlamayacak biriyse, bu durum bize, utançla karışık bir rahatlama hissi de veriyordu.
Ama çok geçmeden sıralamanın yanlış olduğunu öğrendik: Kederle sevinç arasında gidip gelmekle yetinemeyecek her insan gibi zamanla bu zihinsel oyunun salt başkaları üzerinden değil, bir tek kendi varlığımız üzerinden oynanabileceğini anladık; çünkü büyümüştük. Ve kendi ölümümüzü düşlemeye başladık.
Öncelik sırası kimdeydi: bizde mi, sevdiklerimizde mi?
Öncelik sırasını dışımızdakilere verişimizin kaygı dolu ve bir dizi karşıtlık içeren 'korunaksız' sarmal yapısından kendi varlığımızın melankolik-histerik duvarlarına çarparak geçiş yapmak hem daha güvenliydi, hem de önceki eksiklik duygusunu ortadan kaldıran bir çeşit 'tamamlanma' haliydi. Ne var ki, bu da bize özgü değildi; çünkü modern toplumlarda -yaygın bir eğilim olarak- kendi ölümünü düşlemeyen bir tek kişi bile olmadığı gibi, zihninde canlandırdığı ölüm anında yakınlarının çekmesini 'dilediği' ıstırabı kendi 'yokluğu' üzerine kurup da kendi ölümüne ağlamayan hemen hemen yok gibiydi.
Gerçek hayatta önce kim ölmeliydi: onlar mı, yoksa biz mi? Ve kimin yaşamı daha değerliydi?
Buna vereceğimiz yanıt, bizlerin değil de sevdiklerimizin daha kıymetli olduğu yalanı olabilir mi?
Dürüst olalım: Aslında bu, onların yokluğunu taşıyamayacak olmamızın bencilliğidir. Ve hepimizin varlık nedeni, düpedüz, kendi 'yokluğumuzu' kurduğumuz hayaller aracılığıyla yaşatma isteğidir.
Herkesin bizi gözden çıkardığı, yaşamla bağımızın tümden kesildiği kimi anlardaki ölme isteğimiz ise sahici bir 'ölme talebi'nden çok, şımarık çocuklar gibi sevilme beklentisinin öfkesiyle çevrelenmiş bir durumun tezahürüdür ve bu durum bize, asıl sorulması gereken soruyu bile unutturabilir: "Ben kaç kişiyi seviyorum?"
Sahi, biz kaç kişiyi seviyorduk ve kaç kişinin yaşamını umursuyorduk? Sanattan siyasete, sosyal yaşamdan bireylerarası ilişkilere değin ölüm metaforunun her alanda hâkim kılındığı, bütün yaratıcı süreçlerle benzerlik gösterdiği bir ortamda; merhamet, vicdan, iyi niyet, sadakat gibi kavramlar tersyüz edilmediği müddetçe kaç kişiyi sevebilirdik?
Sadece beyin ölümümüz değil, organizmanın da ölümü gerçekleşti.
Şimdilik saçlarımız ve tırnaklarımız uzamaya devam ediyor.
Bunu da bir yaşam belirtisi sayabilir miyiz?