Yavuz Türk'le yeni kitabı ve şiir anlayışı üzerine bir konuşma

Şair Yavuz Türk'ün Poetik Kitap etiketiyle yayımladığı ikinci şiir kitabı 'Sonra, Doğdum'la ilgili kendisiyle gerçekleştirdiğimiz bir söyleşi...

Ayhan Şahin: Sekiz yıllık bir aradan sonra ikinci kitabın Sonra, Doğdum'la okuyucu karşısına çıktın. Öncelikle neden bu kadar bekledin? İlk kitapta 27 şiir bulunurken, bu kitapta sayıca çok daha az şiir bulunuyor. Birincisi, bunun özel bir sebebi var mı; ikincisi, bu kadar süre beklediğine değdi mi?

 

Yavuz Türk: Aslında bu kadar uzun süre beklememin çok basit gerekçeleri var. Bildiğimiz hayat gailesi, koşturmacası, geçim derdi denilen ortak sıkıntılar nedeniyle herhalde. Bir de şu var sanırım: Ben hiçbir zaman ve hiçbir konuda hırslı, ihtiraslı, tezcanlı olamadım. Şiir meselesinde de bu durum geçerli oldu. Şiir benim için hep özel bir yerde olmasına ve ona hep itinayla yaklaşmama rağmen önem listemin en üst sıralarında yer almadı. Almasını da istemem doğrusu. Yazma hırsı ve saplantısıyla birçok kişiye ulaşmaktansa, keyfi geldikçe bir şeyler yazan ve az bir okurla yetinen biri olmak daha evladır benim açımdan.
Şimdi dönüp bakınca insana sekiz yıl hakikaten çok ürkütücü bir zaman gibi geliyor, doğru. Keşke daha kısa bir zamanda olsaydı diyorum şimdi, ama bundan sonrakilerde arayı bu kadar açmayacağım kesin. Kitaptaki şiir sayısı çok takıldığım bir mesele değil aslında. İlk kitapta sayıca biraz fazla şiir olduğu doğru. Ama onların çoğu kısa şiirlerdi. Bu kitapta ise hem daha uzun şiirler var hem de daha az şiir olmasına rağmen daha bütünlüklü bir toplam oldu gibime geliyor.

 

 

A.Ş.:Sonra, Doğdum'un, ilk kitabın Kumaş'ın devamı olduğunu söyleyemesek de ondan izler taşıdığını görmek mümkün. Sözgelimi "Teğel" şiiri ve 'terzi', 'makas' gibi imgelerle zaman zaman Kumaş'ı anımsatıyorsun okuyucuya. Poetikanı nasıl tanımlıyorsun ve onun içinde 'kumaş'a ne kadar yer ayırıyorsun?

 

Y.T.: Hayatımın bir döneminde kumaşla fazla haşır neşir olduğum bir zaman dilimi vardı. İlk gençlik çağlarında, dört yıl kadar tam zamanlı, sonraki iki yıl da yarı zamanlı olarak nakış atölyelerinde çalışmıştım. Epey sıkıntılı fakat benim açımdan çok verimli olan dönemlerdi. Bu kumaş merakı da uzun bir zaman boyunca 'profesyonel' olarak kumaşla böylesine bir ilişki kurmaktan kaynaklanıyor sanırım. Bir de kumaş denilen nesneyi ben seviyorum. İmge açısından insanı çok fazla yere gönderebiliyor. (Tam Enis Batur'luk bir kelime aslında. Fakat benim gördüğüm kadarıyla o henüz 'kumaş'a eğilen, bu kavramı didikleyen detaylı bir şey yapmadı.) Kumaş, çok eski zamanlardan beri var olan insan icadı bir nesne. Öte yandan, binlerce yıldır vücudumuzda hiçbir şey olmasa bile kumaş hep var. İnsanla neredeyse hep temas halinde; doğumdan ölüme kadar. "Sonra, Doğdum"un bitiş dizesinde olduğu gibi: "kundağım ve kefenim aynı kumaştan biçildi". Kumaş bir nesne olmasının yanında, yan anlamları da iyice güçlenmiş ve gövde kazanmış bir kelime olmuş zaman içinde. Örneğin, insanın veya bir işin özü, malzemesi anlamında mecaz anlam kazanmış. Bu anlamını da seviyorum. Velhasıl, kumaşla böylesine bağı olan birinin, ilk şiir kitabına verebileceği iyi bir isim olarak canlanmıştı zihnimde. Dahası, kitapta kumaş imgesini odağa alan şiirler de vardı zaten.
İkinci kitabın giriş bölümü (ve aynı zamanda bir şiirin adı) olan "Teğel" aslında ilk kitaba dokunan, ordan hareket alan şiirleri içeriyor. Zaman anlamında da ilk kitap çıktıktan hemen sonra yazılmış şiirler bunlar. O yüzden, Kumaş kitabına teğellenen bir bölüm orası. Yani Kumaş bir-iki yıl gecikmeli çıksaydı, onlar çok rahat biçimde ilk kitaba girecekti. Diğer yandan, ilk kitabın üstünden bu kadar zaman geçince şunu düşünmeye başladım son üç-beş yıldır: Esasında Kumaş, benim bundan sonra da yazacağım şiirlerin bir özeti, bir kesiti gibi geldi bana. Elbette ilk kitap acemilikleri var. Fakat, bundan sonra yazmayı düşündüğüm şiirlerin veya şiiri yazarken kullanacağım biçim ve yöntemlerin birer örnekleri var içinde. İkinci kitap ise, tema olarak biraz daha oturmuş, daha derli toplu, daha kıvamlı gibi geliyor bana. Hissiyatım şu ki, bundan sonra yazılacak (ise eğer) şiirlerin de kıvamı, tonu, yapısı aşağı yukarı bu minvalde seyredecek.

 

 

A.Ş.: Kitaba adını veren açılış şiirin –az önce senin de değindiğin gibi– "kundağım ve kefenim aynı kumaştan biçildi" diye bitiyor. Bu, kaderci bir bakış açısı, biliyorsun. Çünkü bu mısranın öncesinde "kederden ve kaderden çok söz ettim" ve "bendim yeryüzünün kederi" diyorsun. Zaten kitaptaki bir bölümün adı da Amorfati. Sence insanın kumaşını belirleyen alınyazısı mıdır?

 

Y.T.: İnsanın alınyazısını belirleyen şey sadece kumaşı mıdır, bunu tam olarak bilmiyorum. Ancak, elbette kim olduğumuz, nerde yaşadığımız, nasıl bir hayat sürdüğümüz gibi çeşitli başka değişkenler bir arada belirliyor bizi. Ben aslında dinin vazettiği kaderci anlayıştan farklı düşünüyorum. Bendeki kaderci anlayış sanırım biraz da kötümserlikten besleniyor. Dünyanın iyiye doğru seyredeceğine dair inancım çok zayıf. Bunun dışında son zamanlardaki garip bağımlılık durumları filan... 'Amor fati', bildiğin gibi Nietzsche’nin bir kavramı. 'Kaderini sev' mealinde bir söz. Ben burada bitişik yazarak aslında minik bir kelime oyunu yaptım.

 

İnsanın yaşadığı her çağda, ölümü hiçbir zaman aklına getirmeden saçma sapan bir karmaşa ve hırs çemberi içinde yaşayıp gittiği duygusu var. Diğer yandan, ben de dahil olmak üzere, yaşadığımız coğrafyada başımıza gelenlerden ders almama gibi tuhaf bir özelliğe sahibiz. Siyasi basiretsizlik, kimi insanların duyarlılık noktalarının garipliği gibi şeyler de ayrı mesele. Bütün bunlar olurken, ya kalıp bunlarla ölümüne mücadele etmeyi seçeceğiz ya da kendi kuytumuza biraz daha çekilip üzülmeye ve bu esnada da akıl sağlığımızı korumaya çalışacağız. Ben işin kötüsü, ikinciye daha meyilliyim. Doğru bir şey değil, ama bir noktadan sonra şair-özne şuna dönüşüyor: Kendi kabuğuna (veya tercihen fildişi kuleye) çekilmiş, etrafında olan bitene, insanın gidişatına bakarak kederlenen ve bu kederlenmeye kendi ontolojik meselelerini iyice yedirerek şiir söyleyen bir garip âdem.
Velhasıl, "coğrafya kaderdir" mefhumunu her gün daha fazla hissettiğimiz bir harita parçasında yaşıyoruz. Öyleyse, küçük ve sevimsiz bir kelime oyunuyla şöyle de diyebiliriz: Coğrafyanın aynı zamanda keder olduğu bir yer burası.

 

 

A.Ş.: Önceki şiir kitabın Kumaş'ta 'insan-toplum-tarih' merkezli şiirler varken, Sonra, Doğdum'da şiirlerin –görebildiğim kadarıyla– daha psikanalitik bir çizgiye doğru evrilmiş. Bu kitapta özellikle Amorfati bölümü, okuyucuya şaşırtıcı bir biçimde, kendine kurtarıcı olarak 'distopik bir ada' yaratıyormuşsun izlenimi verse de, gerçekte hiç öyle görünmüyor. Dolayısıyla, bu 'ada'nın hiçbir hükmü kalmıyor sanki.

 

Y.T.: İnsan yaşadığı hayatı iyileştirmek istiyor. Bu kaçınılmaz. Ama biz her taze heveste, bir yandan da ortaya çıkan yeni sorunlarla da uğraşmak durumunda kalıyoruz. Ada, insanın kaçmak istediği, ama sorunlarla boğuşmaya devam ettiği bir yer. İşte bu yüzden daha doğarken o ada ütopik değil, distopik bir yer olarak çıkıyor ortaya.

 

Distopya bir kurtarıcı olabilir mi insan için, emin değilim. Olsa olsa bir son uyarı, köprüden önce son çıkış levhası. Benim için ise biraz teselli anlamına geliyor. Eğer görebilirsek, 30-40 yıl sonra dünya daha korkunç bir hal alacak; buna hiç şüphe yok. Hassas insanlar tarafından daha önce de birçok uyarı yapılmıştı ve halen de yapılıyor. Bunların hiçbir anlamının olmadığını; aslolanı sermayenin belirlediğini biliyoruz. Galiba bundan sonra da kişisel ve örgütsel çabalar ise minimal düzeyde ve hep nostaljik olarak kalacak. Teknoloji üstel biçimde arttıkça insanın hırslarını da artırıyor. Böylece doğaya veya hayvanlara dair olan duyarlılık hep kişisel seviyede kalıyor ve yeterince güçlü olamıyor.

 

Fotoğraf: Arzu Türk

 

A.Ş.: Şiirinde üslup ve biçim anlamında bir arayış içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu bağlamda, kendi şiirinin doğası üzerine hiç düşündün mü? Şairin kendi şiiri üzerine düşünmesine nasıl bakıyorsun?

 

Y.T.: Kumaş çıktıktan bir zaman sonra, kendi yazdığım şiir üzerine de düşünme fırsatı buldum ve temelde üç farklı damarda ilerlediğimi gördüm: Birincisi, öfke tonu yüksek, imge ve kelime seçimi anlamında daha seyreltilmiş, elekten geçirilmiş varoluşsal şiirler: Yeni kitaptan "Nisyan" ve "Teğel", ilk kitaptan da "Düşük" ve "Piç Terzi" gibi örnekler bunlar. İkincisi, biraz daha klasik biçimde, narratif ve ister istemez lirizmin biraz daha ön plana çıktığı şiirler: İkinci kitabın son bölümü olan Evin İçinden kısmındaki ya da ilk kitaptan "İpek", "Ummanca", "Asl ve Suret", "İronik Haziran" gibi şiirler buna örnek. Bir üçüncüsü de, benim yine çok sevdiğim, imkânlı bulduğum, şiir damarı tıkandığında açtığını düşündüğüm kimi biçimsel tür denemeleri var. Şiir yazmaya ilk başladığımda ben de birtakım biçimsel denemeler yapıyordum. Ama kısa süre içinde şunu fark ettim: Kullandığımız deneysellik veya biçim denemesi salt bundan ibaret kalmamalı, bir şekilde şairin yazıyor olduğu şiire eşlik etmeli, onun hizmetinde olmalı... Yani biçimsellik dediğimiz şey, şairinin vermek istediği anlamı ıskalamamalı. Anlam derken, şiir okurunun şiiri alımlaması bakımından söylüyorum. Hiçbir şey anlatmayan, bizzat yazarının bile anlamadığı, sadece şekil olsun diye yapılmış abuk biçimsel denemelerden bahsetmiyorum. Sonra, Doğdum içinde Amorfati bölümü tümüyle böyle. Ordaki şiirleri, bizde daha önce de sıklıkla yapılan bir şekilde, düzyazı biçiminde yazdım. Bir yandan da bu şiirlerde distopik bir hikâye anlattığım için, düzyazı biçiminin, böylesine karanlık bir hikâye anlatan şiirlere iyi gideceğini düşündüm. İlk kitapta ise "Eski Şiir" ve "Picasso, 1918" bu tarz denemelerdi. Bir tür olarak şiirin, roman veya öyküye göre daha olanaklı, biçimsel denemelere daha fazla imkân veren bir doğaya sahip olduğunu düşünüyorum. Çeşitli şekillerde bu türün sınırlarını zorlamak çok güzel. Ama örneğin, ben bunu kendi laboratuvarımda yaparken, bazı arkadaşlar herkesin içinde yapmaya çalışıyor.

 

Fotoğraf: Sancar Dalman

 

A.Ş.: Oğlun için yazdığın "Dünyada İlk Yaz" şiirini ilk okuduğum anda çok sevmiştim; ama tekrar tekrar okudukça hem daha çok sevdim hem de kendimi çok kötü hissettim. Önce kendi çocukluğumu hayal ettim, sonra bütün insanların çocukluk hallerini; dünyayı tanıma telaşımızı, endişeyle çevremize bakmamızı, adımlarımızı korkuyla atmamızı ve güvenebileceğimiz bir göğse başımızı yaslamamızı... Bu şiiri yıllar sonra okuyacak olan oğlun için keşke daha neşeli bir şeyler yazsaydın.


Y.T.: Dediğin doğru: Keşke.
Ama lafı biraz uzatmakta bir sakınca yok. Doğmak, hayatımızda 'kendi seçimlerimiz olmayanlar' listesinin en başındaki eylem. Bu yüzden aslında "doğdum" demek de bir yandan tuhaf geliyor bana. Bizim bizzat iştirak ettiğimiz bir eylem değil bu. Biz buna maruz kalmışız. Aynı şekilde, doğduğumuz coğrafyayı, ülkeyi veya ırkımızı da seçmedik. Ama zaman içinde bütün bunları (sırasıyla) kabullenmeyi, sevmeyi ve tuhaf biçimde bundan gurur duymayı öğrendik.


İnsan, oğlu için bir şiir yazdığında ister istemez daha duygusal, lirik bir faza giriyor. Ortaya çıkan şiir de yine bu kıvamda oluyor dolayısıyla... Bir yandan da insan, babasıyla bir şekilde hesaplaşıyor oğlu üzerinden belki. Babasıyla olan ilişkisini, oğlu vesilesiyle yeniden bir teraziye vuruyor da diyebiliriz buna.

 

(Varlık dergisi, Mayıs 2018)

 

 

 

 

 

 


28.08.2018 22:49:00