Nâzım Hikmet şiirlerini tuvale taşıyan ressam: Bünyamin Pehlivan

Anadolu insanını ustalıkla tuvale taşıyan sanatçı Bünyamin Pehlivan, Nâzım Hikmet'in "Kuvayi Milliye Destanı", "Kadınlarımız", "Karlı Kayın Ormanı" gibi şiirlerini de resme dönüştürmesiyle dikkat çekiyor.

Temel sanat eğitimini resim ve taş yontu-heykel üzerine alan, ilk sergisini 1996 yılında açan Ressam Bünyamin Pehlivan, 2001 yılında yerleştiği Bodrum'da gözlerden uzak ve mütevazı bir şekilde sürdürdüğü resim çalışmalarında klasik, ekspresyonist ve sürrealist resimlerin yanı sıra varoluşsal ve toplumsal temaları da işliyor.

 

KarasabanÇapa YapanlarPamuk Tarlasında gibi eserlerinde Anadolu insanını ustalıkla tuvale taşıyan sanatçı, Nâzım Hikmet'in "Kuvayi Milliye Destanı", "Kadınlarımız" ve "Karlı Kayın Ormanı" gibi şiirlerini de resme dönüştürmesiyle dikkat çekiyor.

 

'Kadın-mavi-şiir' üçgeninden hareketle 'kadın' figürüne çok özel bir değer atfeden Ressam Pehlivan'ın, çalışmalarında kadınların hep ön planda olduğu görülüyor.

 

Usta sanatçı Bünyamin Pehlivan'la resim evrenini, Nâzım Hikmet sevgisini, kadınları ve şiiri konuştuk.

 

 

Siz, Gazi Eğitim Enstitüsü mezunusunuz. Resme olan ilginiz üniversite yıllarında mı başladı, yoksa çocukluk yıllarına mı dayanıyor?

 

Resme ilgi duymak değil de, başlamam lise yıllarında oldu. Resim öğretmenim İsmail Yücel'in katkıları çok önemlidir. Tanışmamız şöyle oldu; bunu özellikle anlatıyorum: İsmail Yücel, benim resim hayatımın temel taşıdır. Boğazyan'da lisedeyiz. Okulun bahçesine gelmişti. Öğretmen dediğinizde aklınıza ne gelir? İşte kravatlı, takım elbiseli birisini beklersiniz karşınızda. Oysa o, sivil ve kendi halinde bir vatandaştı. "Dayı, nereye bakıyorsun?" diye sorduk. "İdare neresi?" dedi. 'Dayı' diye hitap etmiştik, o günden sonra da ismi 'Dayı' olarak kalmıştı. Kasabada öyle bir atölye kurdu ki, şu anda üniversitelerde bulamazsınız. Her şeyini resme adamış bir insandı. Benim resimlerimi görmüş, ilgilenmişti. Okuldan sonra atölyeye gidiyor, resim çiziyor, heykel yapıyoruz. O zamanlar taş ocağı vardı, oradan taş alıp yontardık. Ben resim yaparken her seferinde, "Şurası olmamış, burası olmamış," diyerek beni eleştirir, sonra da alıp resimlerimi duvara asardı. Bir gün diğer arkadaşlarımız, "Hocam, durmadan eleştiriyorsunuz ama hep onun resimlerini asıyorsunuz," diyerek söylenmişlerdi; hocamız da, "O ne yaptığını biliyor, benim dediğimi yapmıyor, kendi bildiğini yapıyor," demişti. Beni resme yönelten ve başlatan odur; saygıyla, rahmetle anıyorum.

 

 

Temel resim eğitiminizi resim ve taş yontu-heykel üzerine almışsınız. İlk serginizi 1996 yılında açmış; resim çalışmalarınızı da 2001 yılına kadar Ankara'da sürdürmüşsünüz. O yılları neden 'çıraklık dönemi' olarak tanımlıyorsunuz?

 

Şimdi resim ve sanatta apayrı bir şey var. İlk yaptığınız resim harika olabilir, ancak bunun sürekliği birtakım birikimler gerektirir. "Yaptığım resim çok güzel," diyerek kendi kendinizi ikna etme lüksünüz yok. İnsanlardaki yeteneği bir kaynak suyuna benzetecek olursak, yerin altında akan su uygun zemini bulunca yerüstüne çıkar, kimisi de yeraltında sürekli kalır. Bu yüzden çıraklık dönemi mutlaka vardır. Resimde emekleme dönemi vardır, yürüme dönemi vardır, koşarsınız ve resim uzun soluklu bir maratondur ama hedef yoktur. 'Ben şundan iyi olacağım' gibi bir rekabet olayı sanatta olmamalı. Oluyorsa zaten resim, sanat çizgisinden ayrılır, sanat da olmaz. Çünkü kendinizi, kendi dünyanızı resme yansıtacaksınız. Siz başka anlatırsınız, ben başka anlatırım. Resim biraz da kişiye özeldir.

 

 

 

Resim serüveninize bir bütün olarak baktığımızda, klasik resimlerle de karşılaşıyoruz, ekspresyonist, sürreal resimlerle de karşılaşıyoruz. Öncelikle, sanat anlayışınızda sözkonusu akımların yerini öğrenmek istiyoruz; gelenek ile modernite arasında bağ kurarken nasıl bir yöntemi tercih ediyorsunuz?

 

Ben, sanat anlayışımda kendimi herhangi bir kategoriye sokmak istemiyorum, bu amaçla da resim yapmıyorum. Benim dünya görüşüm, yaşam biçimim ve algılamam sonucu, kendimi ifade edebildiğim ölçüde resim yapmaya çalışırım. Bu, bir bakarsınız ekspresyonist bir yaklaşım olur, bir bakarsınız sürrealist olur; ama her ne tarzda olursa olsun yaptığım resim bir tarzı çağrıştırıyor olabilir. Çizgi olarak modern ile geleneği birleştirmem konusundaki tespitlerinize katılıyorum.

 

 

Benim için resim sanatının, sanat dalları içinde çok özel bir yeri var. Belki bütün dallar ve türler birbiriyle etkileşim içerisinde ama, hiçbiri resim ve şiirin (imgesel düzlemde) birbirine olan yakınlığı kadar değil. Ne dersiniz; yanılıyor muyum?

 

Temel resim eğitimimi, biraz önce de belirttiğim gibi, resim öğretmenimden aldım. Resim ve heykel (taş yontu) konusunda, özellikle resim konusundaki tüm bilgileri ondan öğrendim. Gazi'de sanat tarihi okudum (Sosyal Bilgiler Bölümü içerisinde). Görsel (Plastik) Sanatlar; şiir, edebiyat, müzik ve diğer sanatların aksine bilgi ve deneyim gerektirir. Genç yaşlarda çok güzel şiir, öykü, roman yazar ve yayımlarsınız, bir şarkı ile gündeme gelebilirsiniz; ancak resim sanatı böyle değildir. Başlangıçta güzel resim yapabilirsiniz, ama sanatçı olmak uzun bir maratondur. Sanat, olgunluk gerektirir. Eserleri günümüze kadar gelmiş sanatçılara bakarsanız, en güzel eserlerini yaşamlarının sonlarına doğru yaptıklarını görürsünüz. Benim resimlerimi de başlangıçtan bugüne incelediğinizde aynı durumla karşılaşırsınız. Resim sanatı şiir ve müzikle çok yakın bir ilişki içindedir; özellikle şiirle. İkiz kardeşler gibidir diyebiliriz. Sözgelimi, Ağrı Dağı Efsanesi; Yaşar Kemal orada bir öykü anlatıyor mesela, Anadolu'yu anlatıyor; elbette çizmiyor, sadece anlatıyor. Ben onun anlattıklarından bir Ağrı Dağı yaratıyorum kafamda; onu kurguluyor ve çiziyorum.

 

 

Resimlerinizdeki ışık, yüzey, hatlar ve renk geçişleri gerçekten de göz alıcı. Öte yandan işlediğiniz temalar da varoluşsal ve toplumsal temalar. Resmin bileşenleri denildiğinde ne anlamalıyız? Resimlerinizi tasarlarken biçim-içerik ekseninde nasıl bir denge gözetiyorsunuz?

 

Yapmak istediğim resmin senaryosunu netleştirdikten sonra tuvale yerleştirme önemlidir. Biçimsel olarak ön plan, ayrıntılar, ışık ve gölge çalışmaları resmin aşamalarındandır. Resimlerimde sert geçişlerden özellikle kaçınırım.

 

 

Resimlerinizi dikkatle inceleyen bir göz, kimi resimlerinizdeki arka plan figürlerinin ön plandaki simgesel figürlerin önüne geçtiğini, daha baskın hale geldiğini görebilir. Sanki biz izleyicilere arka planı göstermek, bütün dikkatlerimizi oraya çekmek istiyorsunuz.

 

Resimlerimde bütünlüğü seviyorum ve mutlaka bir şeyler anlatmak ve mesaj vermek istiyorum. Resim yapmaktaki amaç da bu değil midir? Resimlerin ön planlarını filmin fragmanı olarak kabul edersek, ayrıntılar filmin bütünlüğünü tamamlıyor diyebilirim.

 

 

Resimlerinizde destanların yanı sıra Anadolu insanını da işliyorsunuz. KarasabanÇapa YapanlarPamuk Tarlasında gibi temaların yanında biz, resimlerinizde fabrika, alışveriş merkezi, müzeler, kafeler gibi kentin katmanlarını da görmek isteriz. Resim anlayışınızdaki tavrınız, kentlere ve kent insanına bir çeşit karşı duruş olarak yorumlanabilir mi?

 

Sanatçı, çağının aynasıdır. Yaşadığımız topluma ve çevreye sorumluluğumuz var. Kentlere, kent insanına karşı duruş mümkün değil. Sadece mevcut resimlerimde daha az yer almış olmaları kabul edilebilir.

 

Örneğin, Gezi ve Bodrum'a Sahip Çıkmak adlı resimlerim kent ve kent insanını anlatıyor. Münir Nurettin Selçuk, Atatürk döneminin usta sanatçısıdır mesela; oğlu Timur Selçuk tarafından eleştiriliyor. İnsanlar Kurtuluş Savaşı'nda cephelerde savaşırken, Endülüs'te Raks'ı yazmak; ben burada Timur Selçuk'u haklı buluyorum. İçerisinde yaşadığınız topraklar çok güzel ve resmi yapılmalı; tabii bu benim belki de kişiliğimle ilgili bir durum. Hani zil çaldı diye gitmek istemiyorum.

 

 

John Berger, bir denemesinde, renklere ilişkin, "Eğer ressamsanız, renkler sizin düşmanınızdır. Onlara egemen olmayı seçtiğiniz için değil, onlardan kaçmak zorunda olduğunuz için," diyor. Renklerle -ve özelde maviyle- olan ilişkinizi merak ediyoruz?

 

Bir edebiyatçı için kâğıt-kalem neyse, ressam için de renkler öyledir. Renkleri alır, o renklerle o rengin yeni bir uygulamasını yaparsınız, yeni bir resimde karşınıza çıkar. Özü kaybolmaz, onları resim güzelleştirir. Renkleri ne kadar iyi kullanırsanız o kadar çok seversiniz; ama renkler bize düşman olur mu, onu bilmiyorum.

 

 

Van Gogh sarısı, Klein mavisi gibi, ressamlara mal olan birtakım renkler var. Sizin mavinizi diğer ressamlardan ayıran bir özgünlükten söz edilebilir mi?

Ben mavinin tüm tonlarını kullanıyorum. Tek bir tonuna bağlı kalmıyorum. Yapmak istediğim resme göre ton buluyorum.

 

 

Mavi, sizin için; özgürlük, umut ve yaşama karşı duyarlılığı simgeliyor olmalı. Öte yandan 'deniz' ve 'Bodrum'u da simgeliyor sanırım. Ancak 1997 yılındaki üçüncü serginiz 'deniz temalı' resimlerden oluşuyor. Sizde 'deniz' ve 'mavi'nin hikâyesi çok eskilere dayanıyor olmalı?

 

Mavi, bir yerde benim yaşama biçimimi ifade ediyor diyebilirim. Tek renkle resimlerimden önce de maviyi ağırlıklı olarak kullanıyordum. Bodrum'da maviye başlamak, sadece birikimlerin yansımasına; 'Bodrum'un mavisi' katkıda bulunmuştur.

 

 

Bazı resimlerinizde mavi ile çizilmiş, mücadele eden Anadolu halkını yansıtan temalar görüyoruz. Ancak mücadele dediğimizde aklımıza daha çok kırmızı ve tonları gelmesi gerekirken siz maviyi kullanıyorsunuz. Bence mavi, sakinlik ve huzur veren bir renk ve mücadele kavramıyla çelişiyor. Acaba bu rengi kullanarak resimlerinizdeki mücadeleye bir dinginlik mi katmak istiyorsunuz?

 

Bir şey yapmak istediğinizde, ona en uygun seçeneği denersiniz ya da uygularsınız. Ben mavi ile mücadeleyi de, aşkı da, huzuru da  en iyi ifade edebildiğim düşüncesindeyim. Bu yüzden maviden kopmak benim için imkânsız gibi bir şey. Deniz resimleri ile tanınmış Ayvazovsky, o müthiş fırtına resimlerinde maviyi kullanmıştır. Çünkü deniz dingin de olabilir, dalgalı da.

 

 

Ama biz yine de çok ilginç bir şekilde, tablolarınıza baktığımızda, 'kadın-mavi-şiir' üçgeni görüyoruz. Aralarında simgesel anlamda nasıl bir bağ var sizce?

 

'Kadın-mavi-şiir' üçgeni arasındaki simgesel bağın ortak bileşeninin 'mavi' olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki 'şiir, resimle ikiz kardeş gibidir' diyorsam, mavinin de  kadın ve şiirin bileşeni olması gerekir diye düşünüyorum. Mavinin huzuru ve sonsuzluğu simgelediği gibi, isyanı, fırtınayı ve coşkuyu da en güzel ifade eden bir renk olduğunu kabul ettiğimizde, bir anlamda kadını da anlatmış olmuyor muyuz? Tevfik Fikret'in "Fırtına" şiirinde dediği gibi: "Deniz kadın gibidir, ne zaman kabarıp ne zaman durulacağı belli olmaz".

 

 

Sizde 'kadın' figürü çok önemli bir yer tutuyor. Anadolu insanını resmederken öne çıkardığınız 'kadın' figüründen Gezi tablosundaki 'kadın' figürüne değin resimlerinizde kadınlar hep ön planda. Kadın imgesiyle estetik ve ezilmişlik arasında bir bağ mı kuruyorsunuz?

 

İçinde 'kadın' olmayan sanat ya da edebiyat, şiir, müzik düşünebilir misiniz? Kadın ve erkek bir elmanın iki yarısı gibidir. Özellikle Ortadoğu ve İslam dünyasında kadının konumunu biliyoruz; sadece buralarda değil, tüm dünyada erkeğin gölgesinde kalmak zorunda bırakılmış. Ve ne yazık ki kadınların çoğunluğu da bunu kabullenmiş durumda. Tüm olumsuzlukların yaşandığı dünyada, barış ve huzurun gelmesi kadınların kurtuluşu ile mümkün olacaktır düşüncesindeyim.

 

 

Tablolarınızda peyzaj ve mimari ayrıntıları incelikle yansıtıyor olmanızın yanı sıra, yukarıda da söylediğimiz gibi, renk geçişlerini ve ışığı ustalıkla kullanmanız resimlere hem derinlik katıyor, hem de yüzeyleri gerçekçi bir biçimde yansıtıyor. Postmodern edebiyatın düsturu haline gelen, 'Ne anlattığından ziyade, nasıl anlattığındır önemli olan' önermesinden hareket edecek olursak, aslında bir resmin sanatsal değerini belirleyen şey, onun biçimsel özellikleridir değil mi?

 

İfade biçimi, sanatçının özelliğini yansıtır. Yanıt, aslında sorunun içerisinde değil mi?

 

 

Nâzım Hikmet'e yakınlık duyduğunuz tablolarınızdan da anlaşılıyor. Kuvayi Milliye Destanı, Kadınlarımız, Karlı Kayın Ormanı gibi tablolar yapmak, yani şiiri resme dönüştürmek nasıl bir deneyim sizce?

 

Bu sorunun cevabı aslında çok uzun ama ben şöyle özetleyeyim: Nâzım Hikmet demek, şiir demek, başkaldırı demek, dik durmak demek, özlem demek, aşk demek; ve bu topraklardan bir Nâzım Hikmet geçtiyse, Nâzım'sız resim demek, vefasızlık demek.

 

 

Sizin Plastik Sanatlar Oluşumu adında, kurduğunuz bir platform var. Bize son olarak, bu platformdan söz edebilir misiniz?

 

Biz bu oluşumu 2006 yılında faaliyete geçirdik, 10 sene önce de sadece iki-üç kişi kaldık. Önce sekiz kişiydik. Büyük hayallerimiz vardı. Bütün oluşumlardan bağımsız bir şekilde, Bodrum'da sanat adına bir şeyler yapmak istiyorduk, ama birtakım da kıstaslar getirmiştik. Amaç, Bodrum'da yaşayan ressamlar için bir kültür merkezi oluşturmaktı. Uluslararası faaliyetlerde bulunup Bodrum'u kültür merkezi haline getirmek istemiştik. Şu an müze olan yeri, yedi kişiyle aldık. Ama öyle ilginçtir ki, kimseyi getiremedik. Sonrasında ise orayı bizden aldılar. 2010 yılında müzeye dönüştü. Allah'tan müzeye dönüştü; insanları bir araya getiremiyorsunuz çünkü. Ressamlarda ve edebiyatçılarda böyle bir durum var ne yazık ki.

 

Söyleşi: Ayhan Şahin & Kübra Altınbaş


17.08.2017 20:49:00