Oysa ilk sınavda yelkenleri suya indirmiştim: Toplumsal ahlaka yenilmiş, kendi ahlakımı yadsımıştım. 'Hayır,' demişti bana Sartre, 'tekniğe yenildiniz: Başka türlü de olamazdı bu.' Gerçekten de öyle. Uzmanların tanısı, ilerisi için tahminleri, kararları karşısında güçsüz, çaresiz kalır insan, bir dişli çark düzenine kısılıp kalmıştır. Hasta, hekimlerin malı olmuştur: Alın onu ellerinden güveniyorsanız kendinize. Çarşamba günü bir tek seçim durumu vardı: Ya ameliyat yapılırdı, ya da eziyet çekmemesi için annem öldürülürdü. Kalbi sağlam, iyice canlandırılmış da olduğu için, kadın barsak tıkanmasına uzun süre dayanır, cehennem azabı çekerdi; hekimler, eziyet çekmemesi için öldürülmesini kabul etmezlerdi çünkü. Sabahın altısında orada bulunmuş olman gerekirdi ayrıca. Ama o zaman bile N.'ye 'Bırakın da kendiliğinden ölsün' demeye cesaret edecek miydim? 'İşkence etmeyin ona' diye yalvardığım zaman demek istediğim buydu; o ise, ödevlerini iyi bilen bir adamın büyüklenişiyle terslemişti beni. Bana: 'Onu, belki de yıllar sürecek bir yaşayıştan yoksun kılıyorsunuz' diyeceklerdi. Ben de bu dediklerine boyun eğmek zorundaydım. Böyle düşünüyordum ama bu düşünce düzeni içimi yatıştırıyordu. Gelecek, içime büyük bir korku salıyordu.
On beş yaşındayken Maurice Amcam mide kanserinden ölmüştü. Günlerce: 'Vurun beni. Tabancamı verin. Acıyın bana' diye acı acı haykırdığını anlatmışlardı bana. Doktor P. sözünde duracak mıydı? 'Acı çekmeyecek' demişti. Ölümle işkence arasında bir yarış başlamıştı. Sevdiğiniz bir insan size: 'Acı bana!' diye haykırmış, bu haykırışı boşa gitmişse, arkasından nasıl yaşayabilir, bu yaşayışı nasıl kabullenebilirsiniz? Buydu kafamdaki soru.
(Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm, Çev.: Bilge Karasu, İmge Yayınevi 2009)
Edvard Munch, Sickroom'da Ölüm (1895)
13.08.2018 17:06:00