Haber Girişi : 13 Mayıs 2019 23:40

Cem

Cem
Kapılara dışarıdan çıkıyorum. Dışarıdan nasıl mı çıkılır? Farz ederek. Halk diliyle söylersek; aklını beş karış havada tutarak.

Küçük bir ilde üniversite öğrencisi olduğunu düşün, kafanın içi her gün bu küçük ilde dolup taşıyor bir de. Sen böyle bir yerde büyük düşünceli küçük bir detaysın ki kendini hep böyle tamamlıyorsun. Sana kalsa bütün hayvanları koruyacak, bütün ihtiyaç sahiplerini doyuracak, bencil olan herkese tek tek iyiliği öğreteceksin, sevginin kudretinden bahsedeceksin ki herkes seni duyup sonsuz aşkına sarılacak. Hüzün görmek yerine yorgun bir ömür istiyorsun kendine. Buraya gelirken de bunu düşünüyordun sonuçta. Bir kıvılcıma özlem duyuyorsun şimdi. Fakat yine de heveslerle dolusun. En güzel şiiri okumak gibi. Oysa sen hep aynı şeyi istiyorsun. Yapamadığın o kadar çok şey var ki, hepsini yapabilmek adına aynı şeyi istiyorsun. Yeni bir şehre gitmek... Gittiğin yerde doyum noktasına ulaşacağına inanıyorsun. Onca hüzün içinde Polyanna hayallerini başaracağını düşünüyorsun. Fakat unutuyorsun; sen zaten sürekli gidiyorsun. Bu kaçıncı şehir? Düşünceleri ile şehirleri taşıran sensin. Küçük halinle sığamayan sensin. Eksiksin. Kendini kendi ile tamamlayan hangi insan bir diğerine umut olmuştur ki? Sen de dahil, hanginiz?

Kafanın içini o kadar yoruyorsun ki bu saatlerde, günlük rutinini yapmak için hazırlanıyorsun.
Yürüyüş yapıyorsun, her akşam saat 9 civarında. Yürümek değil de izlemek keyif veriyor. Yürürken kendi düşüncelerine bir kez daha boğulursun, izlerken ise onların hakkında derince dalıp gidersin. Sokak sokak var olan her şeyi izliyorsun. Arkasındaki hikâyeleri hayal ediyor ve her bir kaldırım taşına bir hikâye kuruyorsun. Bastığın taşları görmeden. Birikmiş taş yığınlarını gruplara ayırıyorsun, kimse yalnız kalmamalı. Belki de senin bu adil ayırmanda büyük bir haksızlık vardır. Birilerini yalnız bırakmışsındır. Hayır, bu sana ait değil, Tanrı’ya özgü bir hata. Sen yoluna devam ediyorsun. Gelişigüzel geçerken bir kafenin önünden, tanıdık bir ses mırıldanıyor yüksek kelimelerle mikrofona. Bilmiş bilmiş bahsediyor bir şeylerden. Heyecanlandırıyor bu ses seni. Sese yöneldikçe buğulu camlar ve camlara içeriden asılmış perdeler görüyorsun. Net göremiyorsun sesi. Sanki yasak gibi. Onu bir sebepten ötürü sadece içeridekiler görebiliyor. Belki Tanrı küçük oyunlarını oynuyor yine, belki hiç anlaşamayacak ve birbirinizin çirkin yüzünü göreceksiniz. Tanrı sever küçük zarları. Bir siluet, oturuyor sanki. Anımsadığın bu görüntü, kendini sesi ile hatırlatıyor sana. Saatlerce sohbet ettiğin bir ses gibi. Tanrım? Sen mi geldin? Kokusunu bilmediğin için ne kadar da şanslısın, sesi daha iyi duymak için gözlerini kapatıp dinliyorsun. Gözlerinle de duyarsın, varlığın ötesinde hayallerinde var edersin tüm bu hisleri sana vereni. Ve bu daha gerçekçidir masum bakışlı bir kaçaktan. Evet, şanslısın ki kokusunu bilmiyorsun. Biliyor olsaydın ona yakınlaşman gerekirdi buğulu ve kapalı camların arkasından. Tanıyabilmen için. Ne kadar yakınlaşman gerekirse gereksin, sen yakınında olabilir miydin peki, en iyi ihtimalin karşısında? Aynı hislerle sana bakan bir arkadaşın duruyor karşında. Onaylıyor gözleri ile seni. Arkadaşına bakıyorsun durumu anlamlandırmak adına. Eliyle çağırıyor seni. Sana mücevher dolu bir kutu verircesine heyecanlı. Esmer parmakları açılıp kapanıyor. Gidiyorsun. Mekânın arka tarafındaki küçük bir pencere. Unutulmuş bir pencere. Buğulu değil. Perde dışarıdan asılmış pencereye. Perdeyi iki parmağıyla aralıyor arkadaşın, içerideki ışık yüzüne yansıyor. Tozlu bir dürbünden bakar gibi görebiliyorsun onun sırtını. Bu yalnız kalmış sırt, seni heyecanlandırıyor. O siluetin sırtını tanıyorsun artık. Geniş omuzlu bir ceket giyinmiş. Omuzlarındaki dünya yükünü gizlemeye çalışır gibi omzu olan bir ceket. Düşün ki bir sırt sana, orada mecburen durduğunu düşündürüyor.
"Elinde cennetin kayıp haritası," diyor ve diyor. "Kimse görmüyor, kimse duymuyor."
"Bırak düşsün omuzların, bu kadar da dik durmak zorunda değilsin, haykıra haykıra yaşa bu yükü. Kelimelerindeki ve sesindeki sızıda gizleme artık,” demek istiyorsun. Duymayacak diye bunu, iç geçirerek, vazgeçiyorsun söylemekten.

Bir kameran olmalıydı. Duyduğun sesin, hissettiğin o duygunun senin gözlerinden tıpkı senin gördüğün gibi fotoğrafını çekebilen bir kameran. “Kimse görmüyor mu? Kimse duymuyor mu?” Bu kelimelere cevap verebilecek bir kameran olmalıydı. Her şey bitiyor elbet. Parmaklarını çekiyorsun perdeden ve artık sırt sırtasınız. Titriyor parmakların. Karşı kaldırıma, sonra da sokak lambasının ıslak ışığına bakıyorsun. Arkadaşına bakıyorsun, anlatman gerekiyor çünkü. Teksin. Kabulleniyorsun bu durumu ve izlemiyorsun artık sokağı. Birkaç adımla eziyorsun damlalar ile kavuşan kaldırım taşlarını. "İyi akşamlar," diyor Cem. Cem. "Sana da iyi akşamlar," diyerek yanında beliriyor arkadaşın. Gülümseyerek arkadaşını izliyorsun, buruk o da biraz. Sanki olumsuz sebeplerle dolu bir kitabın asıl karakteriymiş gibi buruk. "Herkes gider küçük adam," diyorsun. O sesini çıkartmadan dururken, bir kapı açılıyor. Kalabalık olarak çıkıyor bir binadan, Cem Adrian. Geniş bir arabaya biniyor. Gözlerinin içine bakıyorsun, masum kanat sesleri var gözlerinde. Ve de Cem söylerken bu yüzden canı yanıyor belki. Uçmak istediği gökyüzü bu olmadığı için. Bu sebeptendir belki de söylediği her kelimenin derin bir nefes ile acı alıp veriyor gibi olması. Sızılar kendini hatırlatırlar. Bir şeyleri yaşatabilmenin altında sızılar var ki onlar da sızım sızımlar.

Küçük bir ilde üniversite öğrencisi olduğunu düşün, kafanın içi her gün bu küçük ilde dolup taşıyor bir de. Sen böyle bir yerde büyük düşünceli küçük bir detaysın ki kendini hep böyle tamamlıyorsun. Gökyüzü yağmaya devam ediyor. Islanıyorsunuz. Kaldırım taşları damlalar ile ezilmeye devam ediyor yığınlar tarafından. Yine sokaktasın işte. Kapılara dışarıdan nasıl mı çıkılır? Kapılara?
Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.